27 Şubat 2007 Salı

Mevlânâ'nın Eserleri

MEVLÂNÂ'NIN ESERLERİ

1. Mesnevi: Mesnevi, klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Bu tarzla yazılan şiirlerde, her beyitin iki mısrası kendi arasınada kafiyelidir. Bir beyitin kaiyesinin kendisinden önce gelen beyitlerle de kendisinden sonra gelen beyitlerle de uyumu gerekmez bu nedenle uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi tarzı seçilirdi. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp giderdi. Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir şiir tarzı ise de Mesnevi denildiği zaman akla Mevlana’nın Mesnevi’si gelir. Mevlana Mesnevi’yi Çelebi Hüsameddin’in isteği üzerine yazmıştır. Katibi Çelebi Hüsameddin’in yazdığına göre, Mevlana Mesnevi beyitlerini Meram’da gezerken, otururken yürürken hatta sema ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin’de yazarmış. Mesnevi’nin dili Farsça’dır. Halen Mevlana Müzesi’nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elimizdeki en eski Mesnevi nüshasıdır. Bu nüshaya göre, beyit sayısı 25618 dir. Bu Nesnevi nüshası Mevlana’dan sonra bu konuda en yetkili iki isim olan oğlu Sultan Veled’in ve katibi Çelebi Hüsameddin’in tashihinden geçmiş olması nedeniyle aynı zamanda en sağlam nüshadır. Mesnevi’nin vezni; Fa i la tün - Fa i la tün - Fa i lün’ dür. Mevlana altı büyük cilt olan Mesnevi’sin de, tasavvufi fikir ve düşüncelerini, bir birine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.


2. Divan-ı Kebir: Divan, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Divan-ı Kebir “Büyük Defter” veya “Büyük Divan” manasına gelir. Mevlana’nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Divan-ı Kebir’in dili de Farsça olmakla beraber, Mevlana Divanın içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer vermiştir. Divan-ı Kebir 21 küçük divan (Bahir) ile Rubai Divanı’nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Divan-ı Kebir’in beyit adeti 40.000 i aşmaktadır. Mevlana, Divan-ı kebir’deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu divana, Divan-ı Şems de denilmektedir. Divanda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.

3. Mektubat: Mevlana’nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve hali istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlana bu mektuplarında, edebi mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında “kulunuz, bendeniz” gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflarla hitap etmiştir.

4. Fihi Ma Fih: Fihi Ma Fih “Onun içindeki içindedir” manasına gelmektedir. Bu eser Mevlana’nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane’ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret, mürşit ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir.

5. Mecalis-i Seba’a: Mecali-i Seb’a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlana’nın yedi meclisi nin yedi vaazı nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlana’nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlenmesi yapıldıktan sonra Mevlana’nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlana, yedi meclisinde şerh ettiği Hadis’lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir.
a. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı.
b. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
c. İnanç’daki kudret.
d. Tövbe edip doğru yolu bulanlar, Allah’ın sevgili kulları olurlar.
e. Bilginin değeri.
f. Gaflete dalış.
g. Aklın önemi.
Bu yedi meclisde, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 hadis daha geçmektedir. Mevlana tarafından seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlana yedi mecliste her bölüme “Hamd ü sena” ve “Münacaat” ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufi görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi’nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.

Yusuf Has Hâcib ve Kutadgu Bilig

YUSUF HAS HÂCİB VE KUTADGU BİLİG

11. yüzyılın başlarında Balasagun'da doğmuş olan Yusuf Has Hâcib asil bir aileye mensuptur. Balasagun'da yazmaya başladığı Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi) adlı yapıtını 1069 yılında Kaşgar'da tamamlayarak Karahanlı hakanlarından Ebû Ali Hasan ibn Süleyman Arslan Hakan'a sunmuştur.

Kutadgu Bilig, her iki Dünya'da da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib'e göre, öteki Dünya'yı kazanmak için bu Dünya'dan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı vardır; oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya'da hem de öteki Dünya'da mutlu kılacaktır.

Yusuf Has Hâcib bu yapıtında bilimin değerini de tartışır. Ona göre, alimlerin ilmi, halkın yolunu aydınlatır; ilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin diğerinin ilminden farklı olduğu görülür. Mesela hekimler hastaları tedavi ederler; astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip sürüyü doğru yola sürerler.

Yusuf Has Hâcib, astronomi bilimini öğrenmek isteyenlerin, önce geometri ve hesap kapısından geçmesi gerektiğini söyler. Aritmetik ve cebir, insanı kemâle ulaştırır; toplama, çıkarma, çarpma, bölme, bir sayının iki katını, yarısını ve kare kökünü alma işlemlerini bilen, yedi kat göğü avucunun içinde tutar. Her şey hesaba dayanır.

Bir siyasetnâme veya bir nasihatnâme olarak nitelendirilebilecek Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hâcib'in ve içinde yetiştiği çevrenin ilmî ve felsefî birikimi hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Platon'un devlet ve toplum anlayışı çok iyi bilinmekte ve uygulanmaya çalışılmaktadır. Bilimin ve bilginlerin değeri anlaşılmıştır; bilim, güvenilir bir rehber olarak düşünülmektedir.

KUTADGU BİLİG’TEN

Akıl senin için iyi ve yeminli bir dosttur. Bilgi senin için çok merhametli bir kardeştir.

Allâh'a sığın, onun emrine itaatsizlik etme!

Akıl süsü dil, dil süsü sözdür. İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü dil dili ile söyler; sözü iyi olursa, yüzü parlar.

Allah'tan ne gelirse ona râzı ol!

Anlayış ve bilgi çok iyi şeydir; eğer bulursan, onları kullan ve uçup göğe çık.

Bir insan bütün dünyaya tamamen sahip olsa bile, sonunda dünya kalır; onun kısmetine ancak iki top bez düşer.

Bu dünya renkli bir gölge gibidir, onun peşine düşersen kaçar; sen kaçarsan o seni kovalar.

Bu dünyanın kusuru bin, meziyeti ise birdir. İnsan bunu nasıl geçirirse, o öyle geçer.

Bütün halka içten gelen merhamet göster.

Bütün iyilikler bilginin faydasıdır. Bilgi ile göğe dahi yol bulunur.

Büyüklük taslayan, kibirli ve küstah adam, tatsız ve sevimsiz olur; kibirli insanın itibari günden güne azalır.

Eğer kendine candan bağlı birisini arıyorsan, sözün kısası, kendinden daha candan birini bulamazsın.

Dâima iyilik yap ki, kendin de iyilik bul.

Doğan ölür, ondan eser olarak söz kalır. Sözünü iyi söyle, ölümsüz olursun.

Dünya ve âhireti her ikisini birden elde etmek istersen, şu birkaç işi bırakma; muktedirsen bunları mutlaka yerine getir!

Elini uzatarak gökteki yıldızları tutsan ve başın göğe değse bile, sonunda sen yine yerdesin.

Ey asil insan! insanlığı elinden bırakma; insanlığa karşı daima insanlıkla muamele et.

İşi adaletle yap, buna gayret et; hiç bir zaman zulüm etme; Allah'a kulluk et ve O'nun kapısına yüz sür.

Hangi iş olursa olsun, sen onu tatlı dille karşıla; her işte tatlı dil kullanırsan saadet sana bağlanır.

Hiç bir işte acele etme, sabırlı ol, kendini tut; sabırlı insanlar arzularına erişirler.

Diline ve gözüne sahip ol, boğazına dikkat et; az ye, fakat helal ye.

Hangi işe girersen, önce sonunu düşün; sonu düşünülmeyen işler, insana zarar getirir.

Başkasının zararını isteme, kendin de zarar verme; hep iyilik yap, kendi heva ve heveslerine hakim ol.

Bak, doğan ölür; ondan, eser olarak, söz kalır; sözünü iyi söyle! ölümsüz olursun.

İnsanın bunca zahmet çekmesi hep boğazı ve sırtı içindir; mal toplar, yiyemez; öldükten sonra da vebali altında kalır.

Ey nimet sahibi olan kimse, şükret. Şükredene Tanrı nimetini artırır.

İnsan nadir değil, insanlık nadirdir. İnsan az değil, doğruluk azdır.

İnsanın bunca zahmet çekmesi hep boğazı ve sırtı içindir. Mal toplar, yiyemez; öldükten sonra da vebalı altında kalır.

Çok mal aç gözlüyü doyurmaz. Ecel gelince pişman olur, fakat artık işini yoluna koyamaz.

Akıl bir meşaledir. Kör için göz, ölü vücut için can, dilsiz için sözdür.

Kötülük edersen, kötülüğün karşılığı pişmanlıktır. Elinden gelirse, kötülüğün inadına iyilik yap.

Çok dinle fakat az konuş. Sözü akıl ile söyle ve bilgi ile süsle.

Fenalık cahillikten doğar, hastalıklar kötülükler hep aynı noksanlıktan ileri gelir. Fakat tedavi ile hastalara şifa verilebilir; terbiye ile kötüler iyi edilebilir; okumak yoluyla da bilgisizlere bilgi verilmiş olur.

Gönlünü ve dilini doğru tut!

Gurur faydasızdır, o insanları kendinden soğutur. Alçak gönüllülük ise insanı yükseltir.

Halka faydalı ol, onlara zarar verme!

Her mahlûk kendi nasibini alır. Yürüyenler yiyeceklerini ve uçanlar da yemlerini bulurlar.

Her sözü söz diye ağzından çıkarma. Lüzumlu olan sözü düşünerek ve ihtiyatla söyle.

Her bakımdan tam zengin olmak istersen, kanaatkâr ol. Böylece kendi nasibini elde etmiş olursun.

Huzur istersen zahmet ile birlikte gelir. Sevinç istersen kaygı ile birlikte bulunur.

İşe acele ile girme, sabır ve teenni ile hareket et. Acele yapılmış olan işler yarın pişmanlık getirir.

İnen yükselir, yükselen iner, parlayan söner ve yükselen durur.

İnsan süsü, yüz; yüzün süsü, göz; aklın süsü, dil; dilin süsü, sözdür.

İnsan, binlerce yaşasa, arzu ettiği şeylere kavuşsa bile, yine dileği bitmez.

İnsana insanlığı nisbetinde mukabelede bulun. Böyle mukabelede bulunduğu için, insana insan adı verilmiştir.

İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur. İnsanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider.

İnsanların seçkini insanlığa faydalı olan insandır. Halk nazarında muteber kimse, merhametli olan insandır.

İyi hareket et, kötülerin zararlarını ortadan kaldır!”

Kara toprak altındaki altın, taştan farksızdır. Oradan çıkınca, beylerin başında tuğ tokası olur.

Kimin sana biraz emeği geçerse, sen ona karşılık daha fazlasını yapmalısın.

Kötülük değersiz bir şey olduğu için, onu yapan da değersizdir.

Menfaat sandalyeye benzer; başında taşırsan seni küçültür, ayağının altına alırsan seni yükseltir.

Öfke ve gazapla işe yaklaşma; eğer yaklaşırsan, ömrü heder edersin.

Söz ağızda iken sahibinin esiridir, ağızdan çıktıktan sonra sahibi onun esirdir.

Yalnız kendi menfaatini gözeten dosta gönül bağlama. Fayda görmezse, sana düşman olur, ondan vazgeç.

Divan Şiirinin Başlıca Özellikleri

DİVAN ŞİİRİNİN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ

» Divan şiirinin kökleri İslâm öncesi Arap şiirine dayanır.
» Bu şiir tarzı İslâmiyet’ten sonra, bu dine giren çeşitli milletlerin katkısı ile önce Arapça'da, daha sonra Farsça ile Doğu ve Batı Türkçelerinde, en sonra da Hint Müslümanlarının yazı dili olan Urduca'da gelişmiştir.
» Nazım birimi genel olarak “beyit”tir. Dört ve daha fazla dizeden oluşan bentler de kullanılmıştır.
» Ölçü aruz ölçüsüdür. Son zamanlarında az da olsa hece kullanılmıştır.
» Tuyuğ ve şarkı hariç bütün nazım şekil ve türleri Fars edebiyatı aracılığıyla Arap edebiyatından alınmıştır.
» Kelime ve kelime grupları yönünden Arapça ve Farsça'dan oldukça çok etkilenmiştir. Süslü, sanatlı ve ağır bir dil kullanmışlardır.
» Redif ve kafiyeye önem verilmiştir. Göz için kafiye esastır, tam ve zengin kafiye kullanılmıştır.
» Şiirlerin (kasideler ve mesneviler hariç) belli bir adı yoktur. Şiirin sonunda şairin mahlası (takma adı) geçer.
» Nazım şekil ve türleri kesin sınırlarla birbirinden ayrılmıştır.
» Şiirlerde genellikle konu bütünlüğü olmadığı gibi bütün güzelliğine değil parça güzelliğine önem verilir. Kısmen kasidede ama özellikle mesnevilerde konu bütünlüğü vardır.
» Sanat için sanat ön plândadır.
» Anlam da söyleyiş de son derece önemlidir. Bu yüzden söz sanatları bolca kullanılmıştır.
» Konular genellikle gerçek hayattan uzaktır. Aşk, sevgili, ölüm, ıstırap, şarap, övgü ve din gibi konular en çok işlenen konulardır. Soyut konular işlenir.
» Duygu ve düşünceler, kalıplaşmış “mazmun”larla anlatılır. Fikirler ve duygular neredeyse ortaktır. Boyun servi; kaşı keman; çenenin elma; ağzın nokta oluşu her şairde aynıdır.
» Divan şairlerinin müstakil dünya görüşleri ve felsefeleri yoktur. Hepsi aynı fikirleri değişik bir biçimde söylemişlerdir.
» Divan şairleri Fars edebiyatının üstatlarına yetişmeyi hedefleyip zamanla onları geçtikleri gibi birbirlerine de benzemeye çalışmışlardır. Bundan dolayı nazirecilik geleneği oluşmuştur.
Şairin kişiliğini ve büyüklüğünü, söyleyiş orijinalliği ve güzelliği sağlar.
» Divan şairi daima aşıktır. Bu aşk onulmaz dert olmakla beraber şair bu dertten memnundur, onlara göre bu derdin dermanı gene bu derdin kendisidir. Hatta zamanla beşerî aşk yerini Allah aşkına bırakır. Bu sebeple âşık mecazî sevgilisine kavuşmak istemez.
» En başarılı ve tanınmış divan şairleri Baki, Fuzuli, Nedim ve Nefi'dir.

25 Şubat 2007 Pazar

Şiirin (Nazımın) Unsurları

Şiir ve Zihniyet
Belli bir dönemde toplumda hâkim olan dinî, siyasî, ekonomik, sosyal vb. duygu, anlayış ve zevkler bütününe zihniyet denir. Zihniyet, yaşamda her alanda kendisini gösterir; sanatta, edebiyatta vb. alanlarda insanlar toplumdaki zihniyete göre hareket ederler. Örneğin divan şiiri döneminde bir şair, o dönemin zihniyeti doğrultusunda şiirlerini beyitler halinde ve aruz ölçüsü kullanarak yazarken; günümüzde şairler serbest ölçü ile şiir yazmaktadır. Şiirlerde işlenen konular da yaşanılan dönemle ilişkilidir. Mesela; bir divan şairi daha çok dinî konuları işlerken, günümüzdeki şairler toplumsal sorunları konu olarak işlerler.

Şiirde Ahenk (Ses ve Ritim)
Ahenk; uyum demektir. Şiirde ahenk ise, birbiriyle uyumlu seslerin, belli bir ritimle bir arada bulunmasıyla sağlanır. Şiirde ahengi sağlayan ses ve ritim unsurları şunlardır:
- Kafiye (uyak), redif,
- Aliterasyon, Asonans,
- Ölçü.

Kafiye: Kafiye, en az iki mısra sonunda, anlamları ve görevleri ayrı, yazılışları aynı seslerin benzerliğidir.


Örnek:
Ne olur dur, yağma kar
Sılada bekleyenim var

Kafiye Çeşitleri: Şiirlerde en çok kullanılan üç çeşit kafiye vardır. Bunlar; yarım, tam ve zengin kafiyedir. Bunların dışında; tunç ve cinaslı kafiye de vardır.

- Yarım Kafiye: Mısra sonunda tek sesin benzeşmesiyle oluşur.



Örnek:
Dinle şu yüreğim ne söyler,
Hep seni sevdim, ey yar!


- Tam Kafiye: Mısra sonunda iki sesin benzeşmesiyle oluşur.



Örnek:
Bu rüzgâr her vakit böyle esmeyecek,
Gökte bulut, suda yelken, dalda çiçek.

- Zengin Kafiye: Mısra sonunda üç veya daha fazla sesin benzeşmesiyle oluşur.



Örnek:
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.


- Tunç uyak: Kafiyeli olan sözcüklerden biri diğerinin içerisinde aynen tekrar
ediliyorsa buna tunç kafiye denir. Tunç kafiye, zengin kafiyenin bir çeşididir ve bize
Fransız edebiyatından geçmişltir.



Örnek:
Gel ey mahbube Çin’den
O şirin köşk i
çinden


- Cinaslı uyak: Dize sonlarında yazılışları ve söylenişleri aynı, anlamları
ayrı (farklı) olan sözcüklerl yapılan kafiyeye cinaslı kafiye denir. Cinaslı kafiye, özellikle cinaslı mânilerde kullanılır.




Örnek:
Asmaya
Niçin kondun a bülbül
Kapımdaki
asmaya
Ben yârimden ayrılmam
Götürseler
asmaya

Redif: Mısra sonunda yazılışları, anlamları ve görevleri aynı seslerdir.


Örnek:
Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde,
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde!

Bu dörtlüğün ikinci ve dördüncü mısrasının sonunda kullanılan “-de” sesleri görev bakımından aynı işlevi görmektedir ve anlamları da aynıdır. Bunlar, ismin –de hâl ekidir. Yazılışları, görevleri ve anlamları aynı olduğu için bunlara redif denir.

**Not: Kafiye ile redif farklı olgulardır. Bir mısrada kafiyeden önce rediflere bakmak gerekir. Redifler çıktıktan sonra kalan sesler kafiye olabilir. Örnekte olduğu gibi; redifler çıktıktan sonra kalan benzer sesler “-içim-“ zengin kafiye oluşturmuştur.

Aliterasyon: Mısra içinde aynı veya birbirine benzer ünsüz seslerin çokça tekrarlanmasıyla oluşur. Düzyazıda da bir ahenk unusru olarak kullanılır. Süslü anlatımın vazgeçilmez öğelerindendir.
Örnek: Hak saklasın belâsından
Bu mısrada “k, s, n” sesleri çokça tekrarlanmıştır.

Asonans: Mısra içinde aynı veya yakın ünlü seslerin sıköa tekrarlanması ile sağlanan ahenktir.
Örnek: Hak saklasın belâsından
Bu mısrada “a” sesi çokça tekrarlanmıştır.

Ölçü: Mısralarda kullanılan ses değerleri veya hece sayısının tüm mısralarda eşit olmasıyla sağlanan uyuma ölçü denir. Türk edebiyatında üç çeşit ölçü kullanılmıştır:
- Aruz ölçüsü,
- Hece ölçüsü,
- Serbest ölçü.

- Aruz Ölçüsü: Divan (Klasik) edebiyatı döneminde kullanılan ve bize Araplardan geçmiş bir ölçü sistemidir. Mısralardaki hecelerin açık veya kapalı olmasına dayanır. Açık hece; sesli (ünlü) harfle biten hecelerdir ve aruz çözümlemesinde “ . ” (nokta) ile gösterilir. Kapalı hece ise; sessiz (ünsüz) harfle veya uzun ünlülerle (â, î, û) biten hecelerdir ve aruz çözümlemesinde “ _ ” (çizgi) ile gösterilir. Aruz ölçüsünde belli kalıplar vardır ve şairler şiirlerini bu kalıplara göre yazarlar. Bu kalıplarda hangi hecenin açık, hangisinin kapalı olacağı bellidir. Örneğin:
Mefâîlün/Mefâîlün/Mefâîlün/Mefâîlün (. _ _ _/. _ _ _/. _ _ _/. _ _ _ )



Örnek aruz ölçüsü çözümlemesi:
Ça-lış id-râ-/ki kal-dır muk-/te-dir-sen â/-de-miy-yet-ten
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _
Me fâ î lün/Me fâ î lün / Me fâ î lün/Me fâ î lün


- Hece Ölçüsü: Mısralardaki hece sayılarının eşit olmasına dayanan bir ölçü sistemidir. Türk edebiyatın asıl ölçü sistemi hece ölçüsüdür ve en eski zamanlardan beri halk edebiyatında kullanılır. Hece ölçüsünde de kalıplar vardır; 7’li, 8’li, 11’li, 15’li gibi. Bu kalıpların bazıları duraklı olabilir; 4+3=7’li, 4+4=8’li gibi. Durak, şiir okunurken “sus” payının olduğu, nefes alınması gereken yerlerdir; tıpkı bir düzyazıda virgüllerde duraksadığımız gibi, şiirde de bu noktalarda duraksarız. Bu durakları şiirin ölçüsünü çözümleyerek bulabiliriz.


Örnek hece ölçüsü çözümlemesi:
Ben yitirdim ben ararım yar benimdir kime ne
Kah girerim öz bağıma gül dererim kime ne
Kah giderim medreseye ders okurum Hak için
Kah giderim meyhaneye dem çekerim kime ne
--- Kul Nesimî ---
Bu şiir 4+4+4+3=15’li hece ölçüsüyle yazılmıştır.
Ben yi-tir-dim / ben a-ra-rım / yar be-nim-dir / ki-me ne
4 hece / 4 hece / 4 hece / 3 hece
Bu uyum şiirin diğer mısralarında da bulunmaktadır.


- Serbest Ölçü: Serbest ölçüde ise, diğer ölçü sistemlerindeki kurallar yoktur. Hecelerin açık veya kapalı olmasına ya da sayılarına bakmaksızın şairin tamamen kendi üslubuna göre yazmasıdır. Serbest ölçü, Türk şiirinde 1940’lardan sonra Orhan Veli KANIK ile yaygınlaşmaya başlamıştır. Günümüzde yazılan şiirlerin çoğu serbest ölçüde yazılmaktadır.


Örnek:
AYRILIK
İki rayı gibiyiz
bir tren yolunun
yakın olması
neyi değiştirir
son istasyonun
Sunay AKIN


Şiir Dili
Şiir dili, öncelikle edebî bir dil olmak zorundadır. Şair yazarken kullandığı dilin kurallarını ve inceliklerini bilmelidir. Şiir, en çok şeyi en az kelime ile anlatmak olarak tanımlandığı için, şair kelimelerini dikkatli seçer ve imgelerden faydalanır. İmge, sembol demektir. Şairlerin herhangi bir kelime veya olguya şiirde yüklediği farklı mânâlar, sembolleştirmedir. Örneğin; akşamleyin güneşin batışını ölüme benzetmek ve bu olguyu şiirde bu mânâda kullanmak sembolleştirmedir. Şiir, düzyazı okunur gibi okunmaz, aksi halde şiirin ses ve ritim ahengi kaybolur. Şairin vurgulamak istediği duygular tam olarak anlaşılmaz. Bu açılardan şiir dili farklılıklar gösterir.



Gazel Şerhleri - 1

Saf Saf

Müje haylin dizer ol gamze-i fettân saf saf

Gûyiyâ cenge girer nîze-güzârân saf saf

Seni seyr itmek içün reh-güzer-i gülşende
îki cânibde durur serv-i hırâman saf saf

Leşker-i eşk-i firâvân ile ceng eylemeğe
Gönderür mevclerin lücce-i umman saf saf

Gökde efgan iderek sanma geçer hayl-i küleng
Çekilür kûyune mürgan-ı dil ü can saf saf

Cami içre göre tâ kimlere hemzânûsın
Şekl-i sakkada gezer dide-i giryan saf saf

Ehl-i dil derd ü gamun ni'metine müstagrak
Dizilürler keremim hânına mihmân saf saf

Vasf-ı kaddünle hırâm itse alem gibi kalem
Leşker-i satrı çeker defter ü dîvân saf saf

Kûyun etrafına uşşak dizilmiş gûyâ
Harem-i Kâ'be'de her canibe erkân saf saf

Kadrüni seng-i musallada bilüp iy Bâkî
Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf

BAKİ

Günümüz Türkçesiyle:
1- O gönül aldatıcı süzgün bakış, kirpik takımını saf saf dizer; sanki mızrak atanlar saf saf cenge girer.
2- Gül bahçesi yolunda seni seyretmek için, iki yanda salınan serviler saf saf durur.
3- Çok fazla gözyaşı askeri ile cenk etmek için, engin deniz, dalgalarını saf saf gönderir.
4- Gökte feryat ederek turna sürüsü geçer sanma, senin mahallene gönül ve can kuşları saf saf çekilir.
5- Cami içinde kimlerle diz dize olduğunu görmek için, ağlayan göz saka şeklinde saf saf gezer.
6- Gönül adamları senin dert ve gamının nimetine gark olmuştur; senin kereminin sofrasına misafirler saf saf dizilirler.
7- Kalem senin boyunun vasfıyla bayrak gibi salınsa, defter ve divan satır askerini saf saf çeker.
8- Mahallenin etrafına âşıklar dizilmiş, sanki Ka'be hareminde her yöne saf saf durulmuş gibi.
9- Ey Bâkî! Senin değerini musalla taşında bilip, dostlar karşısına saf saf durarak el bağlayalar.

Oğuz Han Destanı

2.200 yıl önce Kuzeydoğu Asya'daki Türk dev­letini, Asya'nın bütün kuzey yansını kaplayan bir İmparatorluk durumuna getiren Mete, Türk milleti­nin vicdanında "Oğuz Han" adiyle ölümsüzleştirilmiştir. "Oğuz Kağan" veya "Oğuz Han" Destânı’nda Mete, Türklerin en büyük kahramanı olarak sunul-muş, bir masal ve destan havası içinde, Çin'e, Hind'e, Avrupa kapılarına, Kuzey Asya'nın buzlu ülkelerine kadar uzanan fetihleri anlatılmıştır. Ergenekon Destanı gibi, Oğuz Han Destanı da, Türk milletinin tari­hi gelişmesi ve karakterini açıklayan çok kuvvetli bir edebî vesikadır. Mete'nin "Oğuz Han" adiyle ade­tâ kutsallaştırıldığı, Türk milletinin ortaklaşa malı olan bu güzel destan kısaca şöyledir:

"Günlerden bir gün Ay Han, bir erkek çocuk doğurdu. Çocuk, kara saçlı, karakaşlı, ala gözlü. kızıl ağızlı idi. Perilerden bile güzeldi. Çocuk, anasından yalnız bir defa süt emdi. Bir daha emmedi, Konuşmaya başladı. Çiğ et ve içki istedi. Kırk gün-den sonra büyüdü. Yürüdü. Oynadı. Ata bindi. Geyik avına çıktı. Günlerden sonra, gecelerden sonra, tam bir yiğit oldu. Bahâdır oldu.

"Oğuz Han" denen bu bahâdır, bir gün Tanrı'ya yakarıyordu. Birdenbire çevresi kapkaranlık kesildi. Gökten bir ışık düştü. Bu ışık, aydan ve güneşten bile parlaktı. Oğuz Han, ışığın içinde bir kız gördü. Bu kız, çok güzeldi. Yüzünde, ışık saçan bir beni vardı. Çoban Yıldızı'na benziyordu. Gülünce, mavi gök de gülüyor, ağlayınca, mavi gök de ağlıyordu.

Oğuz Han, bu kızı görünce aklı başından git­ti. Kızı sevdi, aldı. Kız, Oğuz Han'a üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine "Gün", ikincisine "Ay", üçün­cüsüne "Yıldız" adını koydular.

Oğuz Han, günlerden bir gün, ava gitti. Gölün yanında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız oturuyordu. Çok güzeldi. Saçları bir ırmağın akışı­na, dişleri inciye, gözleri, gökyüzünün mavisine ben­ziyordu.

Oğuz Han'ın aklı başından gitti. Yüreğine od düştü. Kızı sevdi, aldı. Bu kız da Oğuz Han'a üç er­kek çocuk doğurdu. Birincisine "Gök", ikincisine "Dağ", üçüncüsüne "Deniz" adını verdiler.
Bu çağda, sağ yönde "Altın Han" denen bir ha­kan vardı. Altın Han, Oğuz Han'a elçi gönderdi. Pek çok altın ve gümüş yolladı. Pek çok kız, yakut ve gümüş sundu. Oğuz Han'a saygı gösterdi. Bağ eğdi. Oğuz Han, Altın Han'ın baş eğmesini kabul etti. Sonra, kırk gün kuzeye yürüdü. "Buz Dağı" denen dağa geldi. Çok soğuktu. Otağını kurdurdu.

Tan yeri ağardı. Oğuz Han'ın otağına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan; gök tüylü, gök yeleli, bü­yük bir erkek kurt çıktı. Kurt, Oğuz Han'a dedi ki: "Ey Oğuz, artık ben önünde yürüyeceğim!"
Bundan sonra Oğuz Han, çadırları toplattı. Yola koyuldu. Türk ordusunun önünde gök tüylü, gök ye­leli, büyük erkek kurt yürüyordu. Nice günlerden sonra kök tüylü, gök yeleli, bü­yük erkek kurt durdu. Oğuz Han da Türk ordusunu durdurdu. Önlerinden "İtil" denen ırmak akıyordu. Oğuz Han, burada Yağı ile vuruştu. Savaş çok çetin oldu. İtil suyu, yağı kanıyla kıpkızıl aktı. Vuruşma-da Oğuz Han, üstün geldi. Basan, Türk oklarında ve kılıçlarında kaldı.

Gök tüylü, gök yeleli kurt, yine öne düştü. Oğuz Han'ı güneyin sıcak ülkelerine götürdü. Oğuz Han, burada da çok yerler aldı. Çok yağı yendi. Türk ha­kanlığını bu yönde de çok büyüttü. Geri döndü.

Oğuz Han'ın yanında, aksakallı, boz saçlı, çok bilge bir kişi vardı. Anlayışlı ve doğru bir adamdı. Oğuz Han'ın danışmanıydı. Adı "Uluğ Türk" idi.

Uluğ Türk, günlerden bir gün, düşünde bir al-tın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay, gün doğu­sundan gün batısına dek uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu. Uluğ Türk, uykudan uyandı. Düşte gördüklerini Oğuz Han'a anlattı: "Ey Hakanım, dedi; Gök Tanrı'nın sana verdikleri, ha­yırlı olsun! Gök Tanrı, düşümde gördüklerimi yerine getirsin! Dilediği yeri sana versin!"

Oğuz Han, Uluğ Türk'ün sözlerini çok beğendi. Bilgeliğini öğdü. Öğüdünü dinledi. Oğullarını topladı. Dedi ki: "Ey oğullarım! Gönlüm av diliyor. Ko­cadım. Gücümü yitirdim. Gün, Ay ve Yıldız, siz doğuya varın. Gök, Dağ ve Deniz, siz batıya gidin!" Bunun üzerine Oğuz Han'ın üç oğlu doğuya, üç oğlu batıya gitti. Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han, bol bol avlandıktan sonra, yolda bir altın yay buldular. Yayı aldılar. Babaları Oğuz Han'a verdiler. Oğuz Han sevindi. Yayı üç parça etti ve: "Ey büyük kardeşler, dedi; yay sizin olsun!" — Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han, bol bol avlandıktan sonra, yolda, üç gümüş ok buldular. Okları aldılar. Babalan Oğuz Han'a verdiler. Oğuz Han sevindi. Okları onlara pay edip "Ey küçük kardeşler, dedi; bu oklar sizin olsun!" — Oğuz Han, bundan sonra Ulu Kurultay'ı topladı. Halkı da çağırdı. Büyük danışma yapıldı. Oğuz Han, yurdunu, oğullarına pay etti. Dedi ki: "Ey oğullar, çok yaşadım. Çok savaşlar gördüm. Çok ok attım. Kılıç salladım. Ata bindim. Yağılarımı ağlattım. Dostlarımı güldürdüm. Gök Tanrı'ya borcumu edâ ettim. Sizlere de yurdumu veriyorum. Yurdumuzun üzerinde bügelik ve bahtiyarlıkla yaşayın. Gök Tanrı'nın buyruğundan çıkmayın. Esen kalın!" Sonra Gök renkli gözlerini kapattı."

Ergenekon Destanı

Türk illerinde Göktürklere baş eğmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan yabancı kavimler, birleşerek Göktürklerin üzerine yürüdüler. Maksatları öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını ve sürülerini bir yere topladılar. Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruşuldu. Sonunda Göktürkler, üstün geldi.

Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri, av yerinde toplanıp konuştular. "Göktürklere hile yapmazsak sonunda işimiz yaman olur" dediler. Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Göktürkler, "Bunların vuruşma gücü bitti, kaçıyorlar!" deyip, arkalarına düştüler. Düşman, Göktürkleri görünce, birden döndü. Gafil avlanan Göktürkler, yenik düştü. Hepsi teker t.eker öldürüldü. Çadırları alındı. Bir tek ev kurtulamadı. Büyüklerinin hepsi kılıçtan geçirildi. Küçükleri kul yapıldı.

Göktürklerin başında, İl Han vardı. Çocuklan çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada, bir tanesi dışın¬da, hepsi öldü. "Kayı" adını taşıyan bu oğul, o yıl evlenmişti. İl Han'ın, "Dokuz Oğuz" adında bir de yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz Oğuz, düşmana esir düşmüşlerdi. Fakat on gün geçmeden bir gece, ikisi de, kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Esirlikten kurtuldular. Göktürk yurduna geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen birçok deve, at, öküz ve koyun buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman, dediler; gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım!" Sürülerini alıp, dağa doğru göçtüler.

Geldikleri yoldan başka geçilecek yeri olmayan bir ülkeye vardılar. Bu yol öyle sarptı ki, bir deve veya at güçlükle yürürdü. Ayağını yanlış bassa param parça olurdu. Göktürklerin vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, Ulu Tanrı'ya şükürler ettiler. Yeni ülkelerinin hayvanlarının kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye, "Ergenekon" adını koydular.

İki Göktürk prensinin, zamanla Ergenekon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok çocuğu oldu. Dokuz Oğuz Han'ın daha az çocuğu doğdu. Çok yıllar bu iki hanın çocukları Ergenekon'da kaldılar ve çoğaldıkça çoğaldılar.

Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar fazlalaştı ki, Ergenekon'a sığışamaz oldular. Çare bulmak için, kurultay toplandı. Dediler ki: "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla vuruşalım !"

Kurultay bu kararı alınca Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar, fakat bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda demir madeni var. Yalın kat madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi!" Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler. Demircinin tedbirini beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın üstünü, altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle doldurdular. Yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular. Odun ve kömürü ateşleyip, körüklemeye başladılar.

Tanrı'nın gücü ve inâyeti ile ateş kızdı. Kızdıkça demir eridi, akıverdi. Dağ delindi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatinde Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürklerde bayram günü oldu. Her yıl o gün gelince, büyük törenler yapıldı. Bir parça demir alınıp ateşte kızdırıldı. Bu demiri önce Göktürk Hakanı kıskaçla tutup örse koyup, çekiçle döğerdi. Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp şenlikler başlardı.

Ergenekon'dan çıkınca, Göktürklerin ulu hakanı Kayı Han soyundan Börte-çine, bütün illere elçiler gönderdi. Göktürklerin Ergenekon'dan çıktıklarım bildirdi. Bütün iller, Türklerin Ergenekon'dan çıktığını öğrenip baş eğdiler. Büyük Türk Hakanı Börte-çine'ye saygı sunup ululadılar. 'Kore'den Karadeniz'e kadar bütün ülkeler, yeniden Türk buyruğuna girdi. Dört yüz yıl Ergenekon'da bekleyen Türkler, eskisi gibi, dünyanın en büyük milleti oldular.

İslâm Öncesi Dönemde Destan Metinleri

Destan: Edebiyat türü olarak ulusların en eski sözlü anlatım ürünleridir. Ulusları etkileyen olayları, yıkımları, savaşları ve göçleri konu alan manzum öykü­lerdir. Destanlar, çağdan çağa değişik hayal unsurlarıyla ve toplumsal ülkülerle süslenerek mitolojik yapılara dönüşürler. Bunu Türk destan metinlerinde de görebiliriz. Destanların mitolojik manzum öykü oldukları ile ilgili olarak Yunan şair Homeros'un İlyada ve Odyssiea adlı eserlerini örnek gösterebiliriz.
Destanlar işledikleri konular ve duygular bakımından epik şiir olarak değerlendirilirler.
Destan, bir anlatı (bir olayı hikâye etme) türü olduğu için, duygusal öğelere genellikle yer verilmez; önemli olan, olayı anlatmaktır.
Türk destanları, zamanında yazıya dönüştürülemediklerinden dolayı elimize bir bütünlük içinde ulaşamamıştır.

İki çeşit destan vardır: Doğal destan, yapma destan.
a) Doğal Destanlar:
Çok eski devirlerde ulus vicdanında derin izler bırakan, bir tarih ya da toplum olayının yine o devirlerde ulusal bir ozan ya da çeşitli saz ozan­ları tarafından söylenen biçimidir.

b) Yapma Destanlar: Yeniçağlarda, herhangi bir tarih olayının bir ozan tarafın­dan destan kurallarına uygun olarak yazılmış biçimidir. Bir Âşık Edebiyatı ürünü olan bu türdeki destan, nazım biçimi bakımından koşma gibidir. Nazım birimi dörtlüktür. Hece ölçüsünün 11 'li ya da 8'li kalıbıyla yazılır. Dörtlüklerin sayısı, anlatılan olayın uzunluğuna bağlıdır. Halk şiirinde en uzun nazım biçimi destandır. Kimi destanlarda dörtlük sayısı 100'ü geçer; destanlar bu özellikleriyle koşmalar­dan ayrılır.
Uyak düzeni şöyledir: baba-ccca-ddda-eeea...

TÜRK DESTANLARI

Türklerin eski dönemlere özgü birçok destanı olduğunu biliyoruz. Ancak Türk ulusunun yazıya geçirilmiş baştan sona bir bütün olan destanı yoktur. Türk destanları şunlardır:


1. Saka Türklerine Ait Destanlar
a)
Alp Er Tunga Destanı: M.Ö. 7. yüzyılda yaşadığı sanılan Alp Er Tunga, Anadolu'nunönemli bir bölümünü de içine alan büyük bir Asya İmparatorluğu kurar. Destanda, Türk-İran savaş­ları ve Saka Türklerinin hükümdarı Alp Er Tunga'nın yaşamı anlatılır.
b) Şu Destanı (Efsanesi): Efsanenin kahramanı olan Şu'nun M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış bir Saka hükümdarı olduğu sanılmaktadır. Efsane, Oğuz boylarının ve Türkmenlerin kaynağını anlat­tıktan sonra İskender'in Asya seferinde Türklerle savaşmayı göze alamadığını ve ordusunun, bir gece baskın yapan Türklere yenildiğini anlatır.

2. Hun Türklerine Ait Destanlar
a) Oğuz Kağan Destanı: Oğuz Türklerinin resmî devlet ve imparatorluk destanı, hatta efsaneleşmiş tarihi sayılır.
b) Siyenpi Destanı: Milâdın 2. yüzyılında dağılmaya başlayan Hun Devleti'nin yerini alanSiyenpi hanedanının oluşumuna ilişkin önemli kaynak sayılabilir.

3. Göktürklere Ait Destanlar
a) Bozkurt Destanı (Efsanesi): Destanda, bir baskın sonucu yok olan Türklerin yeniden türeyişi anlatılır. Bu baskından yaralı olarak kurtulan bir genci, Tanrı tarafından gönderilen bir dişi bozkurt (Gök Börü) iyileştirir. Böylece kuşağın yok olması önlenir.
b) Ergenekon Destanı: Göktürkler, bir savaşta hile yapan Çinlilere yenilmişlerdir. Türkler, hakanlarıyla birlikte kılıçtan geçirilir. Hakanın yeğenleri Kayan ile Nüküz, eşleriyle birlikte kaçarlar. Daha sonra Ergenekon dağına sığınırlar. Türkler burada yeniden çoğalırlar. Bu yer onlara dar gelince, demir dağı eriterek oradan çıkar ve düşmanlarından öçlerini alırlar.

4. Uygur Türklerine Ait Destanlar
a) Türeyiş Destanı: Eski bir Türk efsanesidir. Türk hakanı, insan soyunda görülemeyecek derecede güzel olan kızlarını insanlarla evlendirmeye kıyamaz. "Onlar, ancak tanrılara lâyıktır." diye düşünüp kızlarını, herkesten uzak tutmak için yüksek bir kuleye yerleştirir. Onlarla evlenmesi için Tanrı'ya yalvarır. Gök Tanrı, bir gökkurt biçimine bürünüp gelir ve kızlarla evlenir. Onlardan doğan nesiller, Dokuz Oğuz ve On Uygur boylarını oluşturur.
b) Göç Destanı (Efsanesi): Uygur ülkesine bereket ve mutluluk verdiğine inanılan KutluDağ'ın Çinliler tarafından parça parça sökülüp taşınması sonucunda uğur (tılsım) bozulur, ülkede kıtlık başlar. Yaşam çekilmez duruma gelir. Bunun üzerine Uygur Türkleri güneybatıya doğru göç eder­ler. Sonunda, Beş Balıg şehrinin bulunduğu yere gelirler ve orayı yeniden yurt edinirler.

**Not: Buradan sonrakiler destanlar İslamî Döneme aittir.

5. Karahanlılara Ait Destanlar
a)
Satuk Buğra Han Destanı: Karahanlılar Döneminde ortaya çıkan bu destan İslâmî Türk destanlarının ilki sayılır. Bu destanda, hükümdarın yüce kişiliği, akınları, savaşları ve İslâmiyeti kabul edişi efsanevî bir biçimde anlatılmaktadır.
b) Manas Destanı: Aslında bir Kırgız destanı olarak ortaya çıkmıştır. Bu destan, Kırgız Türkleri arasında hâlâ yaşamaktadır. Derlenen 200 000 dizesiyle en büyük yazılı destanımızdır. Bu destanda, Müslüman Türklerle putperestlerin savaşımı ve Türk-Rus çekişmeleri anlatılmaktadır.

6. İslâmî Dönemdeki Diğer Destanlar
Cengiz Han Destanı, Battal Gazi Destanı, Danişment Gazi Destanı (Hikâyeleri), Dede Korkut Destanı (Hikâyeleri), Genç Osman Destanı, Köroğlu Destanı...

Göç Destanı (Uygurlar)

Eski Hun hükümdarlarından birinin, çok güzel iki kızı vardı. Bu kızlar o kadar güzeldi ki, ancak ilâhlarla evlenmek için yaratıldıklarına inanılıyordu. Kızların babası olan Hun hükümdarı da böyle düşün­dü. Kızlarını insanlardan uzak tutmak için, ülkesinin kuzey taraflarında yüksek bir kule yaptırdı. Kızlarını bu kuleye bıraktı. Hükümdarın, kızları ile evlenmesi için yakarışlarla çağırdığı Tanrı, nihayet bir Bozkurt şeklinde geldi. Bozkurt, bu kızlarla evlendi. Bu evlenmeden, 9 tane Oğuz ve 10 tane Uygur doğdu. Dokuz Oğuzlar ile On Uygurların (Onogur) çocukları, birer bozkurt sesi ve bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.

Uygur ilinde, Hulin adında bir dağ vardı. Bu dağdan, Tuğla ve Selenge adında iki ırmak çıkardı. Bir gece, bu iki ırmak arasındaki bir ağacın üzerine, gökten mavi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan halk, bunu dikkatle takip etti. Kutsal ışık, ağacın gövdesinde aylarca durdu. Ağacın gövdesi gittikçe kabardı. Güzel musiki sesleri gelmeye, geceleri, otuz adım çevresine ışık saçmaya başladı. Bir gün ağacın gövdesi yarıldı. İçinden beş çocuk çıktı. Bunlar, ışıktan doğmuş, kutsal çocuklardı. Herkes bu çocuklara büyük saygı gösterdi. Çocukların isimleri, sırayla Mungur Tekin, Kutur Tekin, Türek Tekin, Ur Tekin ve Bögü Tekin idi. Çocukların Tanrı tarafından gönderildiğine inanan Türkler, bunlardan birini, hükümdar yapmak istediler.

Bögü Tekin, güzellik, zekâ ve ehliyetçe Ötekilerden üstün olduğu için, onu oy birliğiyle hakan seçtiler. Büyük tören yaparak tahta oturttular.

Aradan uzun zamanlar geçti. Bir gün, Uygur tahtına yeni bir hakan oturdu. Bu hakan, Çinlilerle yapılan sürekli savaşlara bir son vermek için, oğlu Galı Tekin'e "Kiyu-Liyen" adındaki Çin prensesini almayı düşündü. Bu prenses, sarayını Hatun Dağı'nda kurdu. O çevrede, "Tanrı Dağı" adında başka bir ve onun güneyinde de "Kutlu Dağ" adını taşıyan büyük bir kaya vardı. Çin elçileri, bakıcılarla beraber geldiler. Bakıcılar dedüer ki: "Hatun Dağı'nın bahtiyarlığı, bu kayaya bağlıdır. Türk Devleti'ni güçsüz kılmak için, bu kayayı yok etmeli!" Bunun üzerine Çinliler, prenseslerine karşılık, bu kayayı istediler. Yeni Türk hakanı, yurt içindeki bu taş parçasının Çinlilerle verilmesinde bir sakınca görmedi. Halbuki bu kaya, kutsal bir taştı. Türk ülkesinin esenliği, bu tılsımlı taşın, Türk bütünlüğünün ve birliğinin timsâli olan bu kayanın, yurtta kalmasına Kaya giderse, Türk illerinden bahtiyarlık giderdi. Çinli prensesin tesirinden kurtulamayan ve millî duyguları azalan hakan, milletinin bu inanışına değer vermedi. Kutsal taş, kolayca götürülemeyecek derecede büyüktü. Onun için Çinliler, kayanın çevresine odundan tepeler yaptılar. Odunlara ateş verdiler. Taşı iyice kızdırdıktan sonra, üzerine keskin sirke dökerek parçaladılar. Parçaları arabalarına koydular. Birer birer Çin'e taşıdılar. Bu başarı, bütün Çin'i sevindir­di. Çünkü Türklerin kutsal taşı ele geçirilmişti.

Olay, büyük yankılar yaptı. Türk vatanındaki kuşlar, hayvanlar ve bitkiler, kendi dilleriyle, bu ka­yanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da hakan öldü. Türk ülkeleri üzerinden felâket yeli geç­ti. Türk milletinde rahatsızlık, huzursuzluk, bereket­sizlik başladı. Türk hakanları, tahta oturduktan bir müddet sonra ölmeye başladılar.Nihayet Bögü Kağan'ın çocuklarından biri Türk tahtına çıktı. Onun zamanında Türk illerinde ehlî ve vahşî bütün hayvanlar, yırtıcı ve uysal bütün kuşlar, hattâ konuşmasını bilmeyen küçük çocuklar: "Göç, göç!" diye bağırmaya başladılar. Uygur Türk­leri, Tanrı'dan gelen bu işaret üzerine, yurtlarını bırakıp gittiler. Nerede durmak isterlerse, göç etmeyi buyuran aynı kutsal sesi duydular. So­nunda Beşbalık şehrinin bulunduğu ülkeye vardılar. Burada göç emreden sesler kesildi. Bu illerde durdu­lar. Beşbalık şehrini kurdular. Yeniden, güçlü bir Türk devleti doğdu ve Büyük Türk Hâkanlığı'nın şanlı geleneklerini devam ettirdi.

Yaradılış Destanı (Uygurlar)

Her şeyden önce su vardır. Yer, gök, ay ve güneş yoktu. İlah Kara Han ( Kayra Han ) ile insan vardı. Her ikisi de birer kara kaz seklinde , suyun üstünde uçuyorlardı.
Kara Han hiç bir şey düşünmüyordu. O sırada insan rüzgârı icât edip suyu dalgalandırdı, Kara Hanin yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin ilahlardan daha güçlü olduğunu sandı, daha yüksekte uçmak istedi.

Ama uçamadı ve suya düşüp dibe doğru dalmağa başladı. Neredeyse boğulacaktı; "Bana yardim et!" diye bağırıp Kara Handan yardım istedi.

Kara Han izin verdi ve insan su yüzüne boğulmadan çıktı. Ondan sonra Kara Han: "Sağlam bir tas olsun!" dedi; suyun dibinden bir tas yükseldi. Kara Han ile İnsan, bu tasın üstüne oturdular. Kara Han İnsana: "Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar!" diye emir verdi, insan bu emri yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kara Han'a götürdü.

Kara Han, insanin getirdiği toprağı suyun üzerine serpti ve serperken de: "Yer olsun!..." diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, böylece yer yüzü yaratılmış oldu. Kara Han, insana yi-, ne: "Suya dal ve suyun dibindeki topraktan çıkar!.." diye emir verdi, insan suya daldığı zaman, bu sefer, kendim için de toprak alayım, diye düşündü, iki avucuna da toprak doldurdu, birindekini Kara Han'dan gizlemek için ağzına attı, sakladı. Maksadı, Kara Han'dan saklayıp kendine göre bir yer yaratmaktı.

Bu düşünceyle avucundaki toprağı getirip Kara Han'a uzattı. Kara Han, bu toprağı da suyun üzerine serpti ve genişlemesini buyurdu. Ne var ki Kara Han’ın suya serptiği toprak gibi, insanin ağzının içine sakladığı toprak da büyüyüp genişlemeğe başlamıştı. Bunu düşünmeyen insan korktu, soluğu kesilecekti, neredeyse Ölecekti. Kaçmağa başladı. Ama nereye kaçsa yani basında Kara Han’ın varlığını hissediyordu, ondan kaçamıyordu. Çaresiz kalınca yalvarmağa başladı.
Kara Han, insana: "Ağzındaki toprağı ne için sakladın?" diye sordu, insan: "Kendim için yer yaratmak niyetiyle saklamıştım." diye cevap verdi. Kara Han da: "Öyleyse at ağzından da kurtul!" dedi. insan, ağzında sakladığı toprağı attı. Bunlar yere dökülürken küçük tepeler meydana geldi. Bunun üzerine Kara Han: "Simdi sen artık günahlı oldun" dedi; "Bana karsı geldin, kötülük düşündün. Senden sonra sana uyan, senin gibi kötülük düşünenler, senin gibi kötü kişi olacaklar; bana itaat edenler ise iyi ve temiz düşünceli olacak, onlar güneş ve aydınlık yüzü göreceklerdir. Bundan sonra senin adin Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarım senden saklayanlar ise benim olsunlar!..."

Bu sırada, yer yüzünde dalsız budaksız bir ağaç yeşermişti. Kara Han bu dalsız budaksız ağacı görünce hoşlaşmadı ; "Dallan, yaprakları olmayan ağaca bakmak hös değil, bu ağacın dokuz dalı birden olsun!..." dedi. dalsız budaksız ağaç bir anda dokuz dallı oluverdi. Kara Han bunu görünce: "Bu dokuz dalın her birinin kökünde birerden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz millet olsun!.." dedi.

Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duymuştu. Nedir acaba? diye bakınıp düşünürken vardı Kara Han'a gürültünün sebebini sordu. Kara Han da: "Ben bir Hakanım sen de kendince bir Hakansın. Duyduğun gürültüyü yapan insanlar benim insanlarımdır." diye cevap verdi. Erlik bu milleti kendisine vermesi için Kara Han'a rica ettiyse de Kara Han: "Hayır!" diye karşıladı; "Sen git kendi isine bak!"

Erlikçin cani sikildi. "Hele dur bir gidip su milleti göreyim" diye kalabalığın yanına vardı. Orada, insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha bilmediği bir çok güzel yaratıklar vardı. Erlik: "Kara Han bunları nasıl yarattı acaba? Bunlar burada ne yiyip ne içiyorlar?" dîye düşünmeğe başladı. O düşüne dursun , insanlar ağacın meyvelerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnız bir yanındaki meyvelerden yiyorlar, öte yandakilere ellerini bile sürmüyorlar. Gidip bunun sebebini sordu, insanlardan aldığı cevap ise: "Tanrı bize o yandaki meyvelerden yemeyi yasak etti, biz de bunun için o meyvelerden yemiyor ancak, için verdiği günesin doğduğu yandaki meyvelerden yiyoruz. Su gördüğün yılan ile köpek, o yasak yandaki meyveleri ye-mememiz için bekçilik ediyor."

Bu cevap Erlikçin canini sıkacağı yerde sevindirdi. ağacın çevresindeki insanların arasında bulunan Doğanay (Törüngey) denilen bir adam buldu ve ona: "Kara Han size yalan söylemiş. Asil size yasakladığı meyvelerden yemeniz gerekir; daha tatlıdır, göreceksiniz" dedi. Bu sırada uyumakta olan yılanın ağzına girdi ve yılana ağaca çıkmasını söyledi. yılan da ağaca çıkıp yasak meyvelerden yedi. Doganay'in karisi Ece (Eje) yanlarına gelmişti. Erlik, Doğanay'la Ece'ye de meyvelerden yemeleri için ısrar etti. Doganay, Kara Han’ın sözünü tutarak yasak meyvelerden yemedi ama karisi Ece dayanamadı, yedi. Meyve çok tatlı-idi. Alıp, kocasının ağzına sürdü o anda Doganay ile Ece'nin tüyleri dökülüverdi, birden utanmağa başladılar, kaçışıp her biri bir ağacın ardına saklandılar.

Bu isler olurken Kara Han oraya gelmişti, insanların hepsi birden kaçışıp aklınca birer köseye gizlenmişlerdi. Kara Han: "Doganay!. Ece!. Doganay! Ece!" diye haykırmağa başladı. "Neredesiniz?"

Doğan ay’la Ece: "Ağaçların arasındayız" diye cevap verdiler. "Sana görünemeyiz. Utanıyoruz."
Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kara Han, bildiği şeyleri duymanın Öfkesi içinde her birine ayrı ayrı cezalar verdi: "Simdi sen de Erlik'ten bir parça oldun" diye yılana verdi ilk cezasını; "İnsanlar sana düşman olsun, seni görünce vurup, ezip öldürsünler!" dedi.
Ece'ye döndü: "Sen Erlikçin sözüne uydun, yasak meyveyi yedin, öyleyse cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın, doğururken de türlü eza cefa ve acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın!"

Doganay’e da söyle diyerek cezasını verdi: "Erlikçin gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin. Madem Erlikçin sözüne uydun öyleyse onun adamları onun ülkesinde yasar, karanlık dünyasında bulunur. Benim ışığımdan mahrum kalır. Benim sözümü dinlemiş olsaydın benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun ve dokuz kızın olacak. Bundan sonra ben insan yaratmayacağım. Bundan sonra insanlar senden türeyecek. Tek basına ne yaparsan yap."
Erliğe de kızdı: "Benim adamlarımı neden aldattın?" diye sordu öfkeyle.
Erlik: "İstedim vermedin" dedi; "Ben de senden çaldım. artık hep çalacağım. Atla kaçarsa düşürüp çalacağım; içip içip sarhoş olurlarsa birbirine düşürüp dövüştüreceğim.. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım."

Kara Han da: "Öyleyse üç kat yerin altında, ayı güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum!" diye Erlikçi cezalandırdı.

Bu is de bitince bütün insanlara birden ceza verdi: "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz, benim yemeğimden yemek yok" dedi; "artık yüz yüze 'gelip sizinle konuşmayacağım. Size bundan sonra Gök Oğul’u (May tere) göndereceğim."
Gök Oğul gelip insanlara bir çok şeyler yapmasını öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ayrıca ot köklerini, yenebilecek bir kişim otlan yemeyi insanlara öğretti.

Bu böylece sürüp giderken Erlik Gök Oğul’a yalvarıyordu: "Ey Gök Oğul, bana yardim et, Kara Han'dan izin iste, yanına çıkmak dileğimi söyle, yardim et bana!" , Gök Oğul, Erlikçin bu dileğini Kara Han'a iletti ise de Kara Han aldırış bile etmedi; Gök Oğul tam altmış yıl yalvarma-Sina devam etti. Bunun üzerine, altmış yılın sonunda Kara Han Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin." dedi. Erlik söz verdi. Bunun üzerine, Kara Han’ın huzuruna çıktı, bas eğdi: "Beni kutsa, bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı.

Kara Han buna da izin verdi, îzni koparan Erlik kendisi için gökler yaptı Adamlarını basına topladı, yaptığı göklere yerleştirdi, kendisi de baslarına geçti, çok kalabalık oldular. . İlâh Kara Han (Kayra Han) in en sevgili kullarından olan Ulu kişi bu durumu görüp üzülmüştü. Üzüntü içinde düşündü: "Bize bağlı, bizim öz insanlarımız yer yüzünde cefa çekip yoruluyor; Erlikçin adamları ise göklerde keyfedip duruyor. Bu is, bir ise benzemez."

Bu üzüntülü düşünce içinde, biraz da Kara Han'a gücenmiş olarak, Erlik'e savaş açtı. Ne var ki Erlik daha güçlü çıkıp karsı geldi ve ateşle vurup Ulu kişiyi kaçırdı. Ulu kişi doğrulayıp Kara Han’ın huzuruna çıktı. Kara Han’ın: "nereden geliyorsun?" diye sorması üzerine Ulu kişi: "Erlikçin adamlarının gökyüzünde oturması, buna karşılık bizim iyi insanlarımızın yer yüzünde yorgun argın yasamaları ağınma gitti, bu çok kötü bir durum diyerek Erlikçin yandaşlarım yere indirmek göklerini basına yıkmak için Erlik'le savaş etmek istedim. Fakat gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye üzgün ve ağlamaklı cevap verdi.

Kara Han üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi. "Erlikçin gücü senden fazladır. Ama bir gün gelecek senin gücün Erlikçin gücünden daha üstün olacak..."
Bu söz üzerine Ulu Kişi’nin yüreği "ferahladı rahat rahat uyudu.

Bir gün geldi Ulu kişi o gün güçleneceğini hissetti. Yine o gün Kara Han Ulu kişiyi yanına çağırttı ve: "Var git, güçlendin gayri; Erlikçin göklerini basına yıkacak güce kavuşturdum seni, maksadına ereceksin" dedi. "Kendi gücümden sana güç verdim."

Ulu kişi önce hayret etti: "Yayım yok, okum yok, kargım yok, yatağanım yok. Kupkuru bir bileğim var. yalnız bilek gücüyle Erlikçi nasıl yok edebilirim ben?"

Kara Han, Ulu Kişi’ye bir kargı verdi. Ulu kişi kargıyı alıp Erlikçin göklerine gitti. Erlikçi yendi, kaçırdı; göklerini alt üst edip kirdi geçirdi. Erlikçin gökleri parça parça oldu yeryüzüne döküldü. O zamana kadar dümdüz olan yer yüzü, o günden sonra kayalıklarla, sipsivri dağlarla doldu. Görklü Güzel Tanrının özene bezene yarattığı o güzel yer yüzü eğri büğrü oldu. Erlikçin bütün yandaşları yere döküldü; suya düsenler boğuldu; ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi; sipsivri tasların kayaların üstüne düsenler öldü; hayvanlara çarpanlar hayvanların ayaklarının altında kaldılar.

Durum böyle olunca Erlik varıp Kara Han'dan kendine bir yer istedi. "Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin, benim barınacak bir yerim kalmadı" dedi. Kara Han Erlikçi yerin altındaki karanlık ülkesine sürdü, üzerine yedi kat kilitler vurdurdu. "Burada güneş ve ay ışığı görmeyesin; iyi olursan yanıma alırım kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Erlik bunun üzerine: "Öyleyse ölmüş insanların canlarını bana ver; bedenleri senin olsun canları benim isime yarasın" diye bir istekte bulundu. Kara Han : "Hayır, onları da sana vermeyeceğim" dedi; "İstiyorsan kendin yarat." Böylece yaratma iznine kavuşmuş olan Erlik eline bir çekiç, bir körük ve bir örs alarak vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Sırasıyla kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yer yüzünü doldurdu. Sonunda Kara Han gelip Erlikçin elinden çekici, örsü ve körüğü aldı, ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kara Han kadını yakalayıp yüzüne tükürdü. Tükürür tükürmez, kadın bir kus olup uçtu. Bu kus, eti yenmeyen tüyü bir ise yaramayan Kurdan denilen kustur.

Kara Han erkeği yakalayıp onun da yüzüne tükürdü, o da bir kus olup uçtu, adına Yaldan Kuşu dediler.

Bütün bunlardan sonra Kara Han, insanlara: "Ben size mal verdim, as verdim; yer yüzünde iyi, güzel, temiz ne varsa verdim, yardımcınız oldum, siz de iyilik yapınız. Ben göklerime çekileceğim, belki bir daha dönmeyeceğim." dedi. Arkasından yardımcı ruhlarına: "Gün Asan, sen, içki içip aklini yitirenleri; körpecik çocukları, kısrak yavrularını inek buzağılarını koru, onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al, intihar edenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızlan, başkalarına düşmanlık edenleri koruma. Benim için, bir de Hâkanları ile Yurtlan için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.

İnsanlar! Size yardim ettim, sizden kötü ruhları uzaklaştırdım. Onlar insanlara yaklaşırlarsa insanlar onlara yiyecek versinler, ama o kötü ruhların yemeklerinden yeme-sinler, yerlerse onlardan olurlar. Simdi ben aranızdan ayrılıyorum ama yine geleceğim beni unutmayınız, geri gelmez sanmayınız. Tekrar geldiğimde iyiliklerinizin ve kötülüklerinizin hesabini göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ, Ulu kişi ve Gün Asan kalacaklar, sizlere yardımcı olacaklar.
Ağca Dağ! Gözlerini dört aç! Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişi’ye söyle, o güçlüdür. Gün Asan, sen de iyi dinle, kötü ruhlar yerin altındaki karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar, çıkarlarsa hemen Gök Oğul’a git ve haber ver, ona güç verdim, kötü ruhları kovar.

Alma Ata ayı ve güneşi bekleyecek. Ulu 'kişi yer yüzünü ve gök yüzünü koruyacak Gök Oğul ise iyilerden kötüleri uzaklaştıracaktır."

Bunlar söyledikten sonra Kara Han uzaklaştı.

Ulu kişi Kara Han’ın öğütlerini bir bir yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı; tüfeği barutu icât etti, sincap o vurdu.

Sonra bir gün geldi Ulu kişi kendi kendine mırıldandı:
"Bugün beni rüzgâr uçuracak, alıp götürecektir!"
Ulu Kişi’nin dediği gibi rüzgâr geldi, aldı Ulu kişiyi uçurdu götürdü. Ağca Dağ bunun üzerine insanlara: "Ulu Kişi’yi ilâh Kara Han yanına aldı. Onu bulamazsınız artık, beni de bir gün gelecek yanına çağıracak, nereye isterse oraya gideceğim. Siz öğrendiklerinizi unutmayın, Kara Han böyle istedi" dedi.

İnsanlar kendi hâline bırakıp o da gitti....

[ Kaynak: wiki.source ]

Alp-Er Tunga Destanı*

İran padişahı "Minûçehr"in ölümünü haber alan Turan padişahı Peşeng, İran aleyhine savaş açmak için Türk ulularını topladı:"İranlılar'ın bize yaptıklarını biliyorsunuz. Türkün öç alma zamanı gelmiştir" dedi.Oğlu "Alp Er Tonga"nın içinde öç duygularıyla kaynadı. Babasına:"Ben arslanlarla çarpışabilecek kişiyim. İran'dan öç almalıyım" dedi.Boyu servi gibi,göğsü ve kolları arslan gibi idi.Fil kadar güçlü idi.Dili yırtıcı kılıç gibi idi.

Savaş hazırlıkları yapılırken Türk padişahının öteki oğlu "Alp Arız" saraya gelip babasına:"Baba! Sen Türkler'in en büyüğüsün.Minûçer öldü ama İran ordusunun büyük kahramanları var.İsyan etmeyelim.Edersek ülkemiz yıkılıp gider" dedi.Peşeng, oğluna şöyle cevap verdi:"Alp Er Tonga avda arslan, savaşta savaş filidir.Bahadır bir timsahtır.Atalarının öcünü almalıdır. Sen onunla birlik ol. Ovalarda otlar yeşerince ordunuzu "Amul"a yürütün.İran'ı atlarınıza çiğnetin.Suları kana boyayın."

Baharda Türk ordusu alp Er Tonga'nın buyruğunda İran üzerine yürüdü.Dehistan'a geldi.İki ordu karşılaştı. Türk kahramanlarından Barman İranlılar'a doğru ilerleyip er diledi.İran kumandanı ordusuna baktı.Gençlerden kimse kıyışamadı.Yalnız kumandanın kardeşi Kubâd atıldı.Fakat yaşlıydı.Kardeşi ona dedi ki:"Barman genç,arslan yürekli bir atlıdır.

Boyu güneşe kadar uzanmıştır.Sen yaşlısın. Kan, ak saçlarını kızartırsa yiğitlerimiz ürker".Fakat Kubâd dinlemedi: "İnsan av, ölüm onun avcısıdır" diyerek savaşa çıktı.Barman ona:"Başını bana veriyorsun. Biraz daha bekleseydin daha iyiydi.Çünkü zaten senin hayatına kasdetmiştir" dedi.Kubâd: "Ben zâten dünyadan payımı almış bulunuyorum" diye karşılık vererek atını saldırdı.Sabahtan akşama kadar uğraştılar.Sonunda Barman kargı ile Kubâd'ı devirerek zaferle Alp Er Tonga'nın yanına döndü. Bunu görünce İran ordusu ilerledi.İki ordu birbirine girdi.Cihanın görmediği bir savaş oldu.Alp Er Tonga üstün geldi.İranlılar dikiş tutturamayıp dağıldılar.İran padişahı iki oğlunu memlekete göndererek kadınları Zâve dağına yollattı.
Türk ve İran orduları iki gün dinlendikten sonra üçüncü gün Alp Er Tonga yeniden saldırdı.İran büyükleri ölü ve yaralı olarak savaş alanını doldurdular. Geceleyin İranlılar bozuldu.Bunu görünce İran padişahı ve başkumandanı Dehistan kalesine sığındılar.Alp Er Tonga kaleyi kuşattı.İran padişahı kaleyi bırakıp giderken ardına düşen Alp Er Tonga onu tutsak etti.
İran'a tâbi Kâbil ülkesinin pâdişahı olan kahraman Zâl İranlıların yardımına geldi. Büyük savaşlar yaparak Türk ordularını bozdu.Bundan öfkelenen Alp Er Tonga,tutsak bulunan İran pâdişahını kılıçla öldürdü.Öteki tutsakları da öldürecekti.Fakat kardeşi Alp Arız onu vazgeçirdi.Tutsakları 'Sarı'ya göndererek hapsettirdi.Kendisi de Dehistan'da 'Rey'e gelerek İran tacını giydi.İran ülkesinde padişah oldu. Fakat Sarı'daki tutsakların kaçmasına sebep olduğu için kardeşi Alp Arız'ı öldürdü.

İran tahtına Zev geçtiği zaman iki ordu yine karşı karşıya gelip beş ay vuruştular. Ortalıkta kıtlık oldu. Sonunda insanlık bitmesin diye barış yaptılar. İran'ın şimal ülkeleri Turan'ın oldu.
Fakat Zev ölünce Alp Er Tonga yine İran'a saldırdı.Kardeşi Alp Arız'ı öldürdüğü için babası kendisine dargındı.Fakat yeni İran padişahı da ölüp İran tahtı yine boş kalınca Turan padişahı Peşeng,oğlu Alp Er Tonga'ya yine haber yolladı.

Ceyhun'u geçerek İran tahtına oturmasını bildirdi.İranlılar Türk ordusunun geleceğini duyunca korkup Zâl'e başvurdular Zâl artık kocadığını söyleyerek oğlu Rüstem'i yolladı.İki ordunun öncüleri arasındaki çarpışmada Rüstem Türkler'i yenerek Keykubâd'ı İran tahtına çıkardı.
Asıl orduların çarpışmasında ise Rüstem,Alp Er Tonga ile karşı karşıya geldi.Alp Er Tunga'yı yenecekken Türk bahadırları onu kurtardılar.Rüstem bir hamlede 1160 Türk kahramanı öldürdüğü için Türkler yenildiler. Ceyhun'u geçtiler.Alp Er Tonga babasının yanına döndü. Babasını barışa kandırdılar.Barış yaptılar.

İran tahtına Keykâvus geçtikten sonra Araplar isyân ettiler.Fakat galip gelen Keykâvus bir ziyafette sarhoş edilerek bağlandı. Bu haber İran'ı karmakarışık etti.Alp Er Tonga büyük bir orduyla Araplar'ın üzerine atılarak onları yendi.Türk ordusu İran'a yayılarak herkesi tutsak etmeye başladı. İranlılar yine Zâl'den yardım istediler.Zâl,Araplarda tutsak olan Keykâvus'u kurtarıp onların ordularını da kendi ordusuna kattıktan sonra Türkler'e yöneldi. Kanlı bir savaşta Turanlıların yarısı öldü. Alp Er Tonga yenilerek kaçtı.
Bir gün İran'ın yedi ünlü pehlivanı Rüstem'e Turan'a giderek Alp Er Tonga'nın avlağında avlanmayı teklif ettiler.Sirahs civarındaki bu avlağa gidip yedi gün kaldılar.Alp Er Tonga bunu duyunca ordusuyla geldi.Teke tek dövüşlerde Türk pehlivanları İranlılar'dan üstün geldilerse de işe Rüstem karışınca yedi pehlivan ile birlikte Türk ordusunu dağıttı. Hatta az kalsın Alp Er Tonga da tutsak oluyordu.

Keykâvus İran'da eğlenceler, aşk oyunları ile uğraşırken Alp Er Tonga Türk atlılarıyla ilerledi.Bu haber Keykâvus'a geldi. Oğlu Siyâvuş ile Rüstem'i Türkler'e karşı yolladı. Türk öncülerini yenerek Belh kalesini aldılar.Bu sırada kötü bir rüya görüp bunu tabir ettiren Alp Er Tonga, beğlerin fikrini de alarak İranlılar'la barış yaptı. Onlara rehineler verdi.

Buhara, Semerkand ve Çaç şehirlerini bırakıp "Gang" şehrine çekildi.Fakat bu barışı istemeyen Keykavus, Rüstem'e ve Siyâvuş'a kızıp kötü muamele ettiğinden Rüstem kendi ülkesine çekildi. Siyâvuş da Alp Er Tonga'ya sığındı. Türkler'in payıtahtı olan Gang şehrine kadar büyük saygı görerek geldi. Kendini çok sevdirdi. Hatta Türk kahramanlarından 'Piran'ın kızı ile ve biraz sonra da Alp Er Tonga'nın büyük kızı olan güzel 'Ferengis' ile evlendi. Pîran'ın kızından bir oğlu oldu. Adını Keyhusrev koydular.

Bir müddet sonra, Siyâvuş'u çekemeyenler Alp Er Tonga'ya aleyhinde sözler söylenerek aralarını açtılar. Siyâvuş öldürüldü. Bunun üzerine Rüstem yine ortaya çıktı. İlk çarpışmada Alp Er Tonga'nın oğlu 'Sarka'yı öldürdüler. Alp Er Tonga bunun öcünü almak için bizzat yürüdü. Fakat savaşı İranlılar kazanarak onu Çin denizine kadar kaçırdılar.Rüstem Turanlıları nerde bulduysa öldürüp altı yıl Turan'da kaldıktan sonra çekilip yurduna geldi.

Alp Er Tonga Turan'ın yakıldığını, Türkler'in öldürüldüğünü görünce kan ağladı.Öç almaya and içti.Ordu toplayarak İran'a girdi. Ekinleri yaktı. İran'a hakim oldu. Kıtlık çıkararak İranlılar yedi yıl açlıktan kırıldılar. Bunun önüne geçip İran'ı kurtarmak için Keyhusrev'e tahtı bıraktı. Keyhusrev, Alp Er Tonga'dan öç almak için ordusunu hazırladı.

Fakat bu ordu daha Alp Er Tonga ile karşılaşmadan bozuldu. Keyhusrev yine ordu yolladı. Türkler'den Bazur adında birisi büyü yaparak dağlara kar yağdırdı. İranlılar'ın elleri tutmaz oldu. Böylelikle İran ordusunu doğradılar. İranlılar yine Rüstem'i yolladılar. Harikulade savaşlardan sonra Rüstem Türk ordusunu bozup Türk ordusunda bulunan Çin hakanını da tutsak etti.

Alp Er Tonga bu haberi alınca pek üzüldü. Uluları toplayıp danıştı.Bunlar: "Ne yapalım! Çin, Saklap orduları bozulduysa, Turan ordusuna bir şey olmadı. Anamız bizi ölmek için doğurdu" dediler. Alp Er Tonga hazırlığa başladı. Oğlu 'Şide' onun maneviyatını yükseltti. Bu savaşa Turan ordusu tarafından, Çin dağlarında oturan "Püladvend" adında bir Çinli de ordusuyla iştirak etti. İran pehlivanlarını yendiyse de sonunda Rüstem'e yenildi. Bunun üzerine Turan ve İran orduları çarpıştı.

İranlılar kazandı. Alp Er Tonga kaçtı. Bundan sonra Keyhusrev dünyanın üçte ikisine hakim oldu. Bir gün sarayında şarap içerken Turan, sınırından İranlılar gelip Turanlılar'ın kendilerine zarar verdiğini söylediler. Keyhusrev bu işi halletmek için İran kahramanlarından 'Bijen' i gönderdi. Bijen sınırda ve Turan tarafındaki bir ormanda, yanındaki güzel kızlarla eğlenen 'Menîje'yi gördü. Menîje, Alp Er Tonga'nın kızıydı. Birbirlerini sevdiler. Menîje onu Turan'a, sarayına götürdü. Alp Er Tunga bunu duyunca çok öfkelendi. Bijen'i kuyuya hapsetti. Kızını da kovdu. İran padişahı genç kumandanının gelmediğini görünce yine Rüstem'i yolladı.
Rüstem tüccar kılığında Türk pâyitahtına kadar gitti. Bijen'i kurtardığı gibi Alp Er Tonga'nın da sarayını basarak onu kaçırdı,Menîje'yi İran'a gönderdi. Alp Er Tonga ise yeniden ordu yığarak yürüdü.İran ordusunun arkasında 'Bîsütun' dağı vardı.Yine Rüstem'in sayesinde İranlılar bu savaşı kazandılar. Alp Er Tonga, Karluk'a kadar kaçtı. Beğlerine dedi ki: "Ben dünyaya buyruğumu geçiriyordum. Minûçehr zamanında bile İran Turan'a denk olamamıştı. Minûçehr zamanında bile İran Turan'a denk olamamıştı.

Fakat bugün İranlılar hayatımı sarayımda bile tehdit ediyorlar. İyi bir öç almayı düşünüyorum. Bin kere bin bir Türk ve Çin ordusuyla yürüyelim" Toplanmaya başladılar. Fakat bizzat Alp Er Tonga'nın iştirak etmediği ilk savaşı İranlılar kazandılar. İran padişahı Asıl Alp Er Tonga'yı yok etmek istiyordu. Yeniden her yandan ordular toplayarak ilerledi.

Alp Er Tonga bin kere bin ordusunun üçte ikisini toplamıştı. 'Beykend' şehrinde oturuyordu. Karargâhında pars derisinden çadırlar vardı. Kendisi altınlı ve mücevherli bir taht üzerinde idi. Karargâhın önünde birçok kahramanların bayrakları dikili idi.

İleriye gönderdiği ordunun bozulduğunu duyunca başı döndü. Öç almadan dönmemeye and içti. Oğlu 'Kara Han' a ordusunun yarısını vererek Buhâra'ya gönderdi. Oğullarından Şide (ki asıl adı Peşeng idi), Cehen, Afrâsiyab, Girdegîr ve oğlu İlâ'nın oğlu Güheylâ bu orduda idiler. Çigil, Taraz, Oğuz, Karluk ve Türkmenler çerisini teşkil ediyordu. İki ordu karşılaşınca ilk önce İran padişahı Keyhusrev'le Alp Er Tonga'nın oğlu Şide teke tek dövüştüler. Şide öldü. Alp Er Tonga duyunca saçlarını yoldu. Ertesi gün iki ordu akşama kadar savaşıp ayrıldılar.

Daha ertesi gün yine çarpışıldı. Alp Er Tonga kükremiş gibi saldırıyordu. İran'ın büyük pehlivanlarından birkaçını öldürdü. Keyhusrev'le Alp Er Tonga karşı karşıya geldiler. Fakat Turan pehlivanları onun İran padişahıyla dövüşmesini istemeyerek atının dizgininden tutup geri götürdüler. O gece Alp Er Tonga ordusunu alıp Ceyhun'un ötesine geçti.

Kara Han'ın ordusuyla birleşip Buhara'ya geldi. Biraz dinlendiler. Sonra pâyıtahtı olan Gang'a geldi. Bu şehir cennet gibiydi. Toprağı mis,tuğlaları altındı. Her yerden ordular çağırdı. Bu sırada casusları Keyhusrev Ceyhun'u geçti diye bildirdiler. Keyhusrev ilk önce Suğd'a geldi. Bir ay kalıp itaate aldı. Yine ilerledi. Türkler İranlılar'a su vermiyorlar, ordunun arkasında yalnız kalmış İranlı bulurlarsa öldürüyorlardı. Keyhusrev de önüne çıkan saray, kale, erkek, kadın en bulursa yok ediyordu.

İki ordu 'Gülzâriyun' ırmağı kıyısında karşılaştılar. Birbirine girdiler. Alp Er Tonga'nın ordusundan Keyhüsrev'e korku gelmişti. Ordunun arkasına çekilip Tanrıya yalvardı. Derhal fırtına kopup tozları Turan ordusuna doğru atmaya başladı. Türkler bozuldular. Fakat Alp Er Tonga kaçmak isteyenleri öldürerek ordusunu durdurdu. Dönüp iyen savaştılar. Gece çökünce iki ordu ayrıldı.

Alp Er Tonga ertesi günü yine çarpışacaktı. Fakat kendisine gelen haberci oğlu Kara Han'ın ordusundan yalnız Kara Han'ın sağ kaldığını bildirdi.Bunun üzerine ağırlıklarını bile toplamadan hızla ordusu ile çöle atıldı.

Rüstem'i vurmak istiyordu. Keyhusrev bunu Rüstem'e bildirdiği gibi kendisi de onun ardına düştü. Alp Er Tonga, Gang'a gelip Rüstem'e baskın yapmak istediyse de onun tetikte olduğunu görerek vazgeçti. Şehre girdi.

Bu kalabalık şehrin kalesi o kadar yüksekti ki üstünden kartal bile uçamazdı. İçinde yiyecek boldu. Her köşesinde kaynaklar, havuzlar vardı. Havuzlar bir ok atımı boyunda ve eninde idi.Güzel bahçeleri, saraylarıyla bir cennetti. Alp Er Tonga ordusuyla Gang'a kapandı. Çin padişahına da mektup yazıp yardım diledi. Keyhusrev de ordusuyla gelerek Rüstem'le birleşti.
Kalenin çevresine hendekler kazdırdı. Odunlar yığıp katranla ateş verdiler. Duvarlar yıkıldı. Şehire hücumla girdiler.Herkesi öldürdüler. Alp Er Tonga sarayının altındaki gizli yoldan 200 beği ile kaçarak kurtuldu. Çin padişahının yanına gitti. Çin hakanı büyük bir ordu hazırlamıştı. Bunu duyan Türkler her taraftan Alp Er Tonga'nın yanına gidiyorlardı.

Keyhusrev Gang'a, bir kumandan bırakıp Alp Er Tonga'nın üzerine yürüdü. Karşılaştılar. Alp Er Tonga ona bir mektup yazarak insanlardan uzak ve kendisinin beğeneceği bir yerde teketek dövüşmeği teklif etti.

Keyhusrev kabul etmedi. O gün iki ordu akşama kadar çarpıştı. Gece olunca Keyhusrev ordusunun önüne hendekler kazdırdı. Bir kısım kuvvetlerini Türk ordusunun gerisine gönderdi.
Türkler gece baskını yapıp hendeğe düştüler. Arkalarındaki kuvvetler de pusudan çıktı. Türk ordusunu yendiler. Alp Er Tonga kalan çerisiyle çöle çekildi. Keyhusrev Gang'a döndü.Çin padişahı da Keyhusrev'den korkarak ona elçi gönderdi.

Keyhusrev, Alp Er Tonga'yı bir daha yanına almamak şartı ile onunla barıştı. Alp Er Tonga bunu işitince perişan bir halde çöle çekildi. Zere denizine geldi. Bu, ucu bucağı olmayan bir denizdi. Orada bir gemici vardı: "Ey padişah! Bu derin denizi geçemezsin. 78 yaşındayım. Bunu, bir geminin geçtiğini görmedim" dedi.

Alp Er Tonga, "Tutsak olmaktansa ölmek yeğdir." diye cevap verdi. Bir gemi yüzdürttü. Binip yelken açtılar. "Gangıdız" şehrine vardılar. Alp Er Tonga orada "Geçmişi düşünmeyelim.Talih yine buna döner.", diyerek yatıp uyudu.

Keyhusrev, Alp Er Tonga'nın suyu geçtiğini haber aldı. Hazırlıklar yaparak birtakım ülkeleri aldıktan sonra Zere denizinin kıyısına geldi. Yedi ayda denizi geçtiler. Gangidiz'i aldı. Bulduklarını kestilerse de Alp Er Tonga gizlice kaçtı.

Keyhusrev buradan Turan'ın payıtahtı oldu. Gang'a geldi. Alp Er Tonga'yı soruşturdu. Kimse bilmiyordu. Halbuki bu sıralarda o yiyeceksiz, içeceksiz dolaşıyordu. Kayalık bir dağın tepesindeki bir mağarayı kendine ev yapmıştı.

Bu mağarada insanlardan uzak yaşayan 'Hûm' adında biri vardı. Bir gün mağarada bir ses işitti. Alp Er Tonga kendi kendine tâliine yanıyordu. Bu sözlerin Türkçe olmasından yabancının kim olduğunu anlayan Hûm ona hücum ederek tutsak etti. Fakat o yine kaçarak suya atıldı. Keyhusrev bu işi duydu. Hile ile Alp Er Tonga'yı sudan çıkararak öldürdüler.

*Kısaltılmıştır

Şeyh Edebali'den Osman Bey'e

Oğul,
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Avun oğlum, avun.
Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelâmlîsin.
Ama:
Bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin.
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatli ve iradene sahip olasın.
Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir.
Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet ve erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.
Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.
Açık sözlü ol. Her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme.
Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbeti itibar olmaz.
üç kişiye acı:
Cahiller arasındaki alime,
Zenginken fakir düşene,
Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma ki! Yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğunda mücadeleden korkma.
Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.
"Ey oğul! Artık Beysin...
Bundan sonra öfke bize, gönül almak sana...
Suçlamak bize, katlanmak sana...
Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görme sana...
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana...
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana...
Ey oğul!
Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana...
üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...
Ey oğul!
Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz...
Şunu da unutma: İnsani yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul!
Yükün ağir, işin çetin.
Allahü Teala yardımcın olsun!"

Divan Eedebiyatının Bilinmeyenleri

Aşağıdaki şiir edebiyat tarihimizin saygın şahsiyetlerinden Sümbülzâde Vehbi Efendi'nin müstesna bir eseridir. Şiirin hikâyesi de şöyle:
"Bir gün padişah Vehbi Efendi'yi yanına çağırır ve 'Bana öyle bir şiir yaz ki bir mısrasını okuduğumda içimden seni öldürmek, bir sonrakini okuyunca ödüllendirmek gelsin.', der. Ve sonuç..."


Azm-ı hamam edelim sürtüştürem ben sana
Kese ile sabunu, rahat etsin cism-u can

Lal-u şarap içurem ve ıslatıp geçirem
Parmağına yüzüğü, hatem-i zerdrahsan

Eğil eğil sokayım, iki tutam azmıdır
Lale ile sümbülü kakülüne nevcivan

Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam
Bir gümüş ibrik ile destine revan

Salınarak giderken arkandan ben sokayım
Ard eteğin beline, olmasın çamur aman

Kulaklarından tutam dibine kadar sokam
Sahtiyenden çizmeyi, olasın yola revan

Öyle bir sokayım ki kalmasın dışarda hiç
Düşmanın bağrına, hançerimi nagehan

Eğer arzu edersen, ben ağzına vereyim
Yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman

Herkese vermektesin, bir de bana versene
Avuç avuç altını, olsun kulun şaduman

Sen her zaman gelesin ben Vehbiye veresin
Esselamun aleyküm ve aleykümesselam.

Sümbülzâde Vehbi Efendi

Türk Milletinin Kullandığı Alfabeler

Türkler, çeşitli yerlerde ve yerleştikleri sahalarda başka başka alfabeler kullandılar. Sesin ifadesi olan harf denen işaretler itibaridir, iğretidir, takmadır. Aynı ses ayrı alfabelerde, değişik harfler/şekiller ile yazılır. Alfabeye, İslam dininin kabulüyle Osmanlı terbiyesinde yetişen yaşlıların hala kullandıkları şekliyle, Elifba, Ebced de denilmiştir.
Kültür tarihimize bakıldığında daha ilk yazılı abidelerimizde Türkçe yazma endişesi kendisini göstermektedir. Buna paralel olarak, edebiyatımızın menşeine doğru gidersek, saraylarda ve halk arasında Türkçe söylemek; kamlarda, bahşılarda ve ozanlarda milletin dertlerine deva olmak gerçeği vardır. Bütün bunlar, bir millete dili ile seslenmek, anlatmak, millet fertlerini en iyi şekilde yetiştirmek ve birleştirmek içindir. Şu halde her millette olduğu gibi bizde de dil ön sırada yer almıştır. Şair ve müellifler tarafından işlenen dile türlü emekler sarf edilmiştir. Alimlerimiz onunla bildiklerini açıklamışlardır. Fakat Türkçe'nin tarih içinde zaman zaman talihsizliğe uğradığı da bir gerçektir. Böyle olmasına rağmen kesintisiz devam eden Türk tarihi içinde ona arka çıkan hakanlar olmuş, Türkçe yazan şair ve müellifler mükafatlandırılmıştır.
Türk tarihi, düğümler ve bu düğümlerin açıldığı dağınıklıklarla doludur. Göktürkler devrinde millet, tek bir hakanın etrafındadır. Dili, dini ve alfabesi tektir ve her bakımdan bir birlik mevcuttur. Uygurlar devri bu birliğin az çok bozulduğu, Türklüğün bilhassa dini açıdan dağılmaya yüz tuttuğu bir devir olarak karşımıza çıkmaktadır. Uygurlardan sonra Türklük, İslam medeniyetine dahil olmuştur. İslamiyet, Uygurlar zamanında görülen dağınıklığı gidermiş, Türklüğü kurtarmış ve milleti yeniden bir bütün haline getirmiştir. Karahanlılar'la başlayan ve Selçuklular'la yeniden tesis edilmeye çalışılan birliğin ve bütünlüğün gerçekleşmesi de İslam dini sayesinde olmuştur. Ancak, bu iki devleti birbirinden ayıran en mühim şey, birincisinin Türkçe'ye verdiği değerdir. Selçukluların bunun yanında belirtilmesi gereken hizmetlerinden biri alfabede birliği sağlamış olmalarıdır. Zaten bu büyük devlet, tarihe mal olurken İslami - Türk yazısını Türk birliğinin kurulabilmesi için en mühim unsurlardan biri olarak miras bırakmıştır.
Selçuklulardan sonra her beylik, Türkçe sayesinde tutunmaya ve hükmetmeye çalıştı. Böylece anlatım ve ifadede birlik ile Türkçe'ye verilen değer önde geldi. Dil düşüncesinin yanında alfabede de birlik sağlandı ve her beylik İslami-Türk yazısını kullandı. O devirde bütün Türk illerinde durum aynı idi. Beylerin sınırları olsa bile yazı birliği bütün Türklüğü birleştiriyordu. Bu, doğu ve batı Türklüğü için de söz konusu idi.
Bugün Türk dünyası dil ve din birliğine sahiptir. Fakat alfabede birliği kaybetmiştir. Bu birlik, Rusya’daki Türkler arasında bile mevcut değildir. Ancak onlar da görülen çözülme üzerine yazıda birlik tarafına yönelmişlerdir.

Türklerin Tarih Boyunca Kullandığı Alfabeler:

Göktürk (Orhun) Alfabesi: Metinleri Orta Asya’daki Orhun Nehri kıyısında bulunduğu için Göktürk veya Orhun ismi ile anılır. Orhun’da yerleşen Türkler tarafından kullanıldığı için de Türük, Türk Alfabesi denir. Türklere mahsustur ve Esik Kurgan yazısına benzer. Hunlar, Göktürkler ve sathi olarak da Asya ve Avrupa’ya yayılan Türk kavimleri, kullanmıştır. Bu alfabede resmin göze hitap ettiği ve ses haline geldiği açıkça görülür. Göktürk alfabesi otuz sekiz harften meydana gelir. Dördü sesli olup, sekiz sesi karşılar, gerisi sessizdir. Ayrıca ok, ko, uk, ku, ük, kü, nç, nd, gibi heceler ayrı harflerle gösterilmiştir. Sesli harfleri, sessizler okutur. Sağdan sola doğru yazılır. Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan hatırasına yazılıp, dikilen Orhun Abideleri bu alfabenin şaheser numunesidir. Bunlar ayrıca Türkçe'nin bilinen ilk yazılı metinleridir.

Uygur Alfabesi: Göktürklerden sonra Türkistan’da devlet kuran Uygurlardan adını alır. Uygurlar ve Türkistan’daki Türkler kullandı. On sekiz işaretten meydana gelir. Dördü sesli, gerisi sessizdir. Harfler umumiyetle birbirine bitişiktir, çok defa başta, ortada ve sonda olmak üzere üç şekli vardır. Sağdan, sola doğru yazılır. Sekizinci asırdan, on ikinci asra kadar yaygın, on beşinci asra kadar mevzii bir şekilde görülür. Bu yazının kâtiplerine, bakşı, bakşıgeri veya serbahşı adları da verilmiştir.

Arap Alfabesi: Türklerin topluca İslamiyet'i kabulünden, yani 10. asırdan sonra geniş bir sahada bütün Türk-İslam devletleri tarafından kullanıldı. Arap Alfabesi yirmi sekiz harf olmasına rağmen Türklerin kullandığı İslam harfleri otuz bir ile otuz altı harften meydana gelir. Sağdan sola doğru yazılan bu alfabe, bütün Türklüğü kucaklamış ve Türkçe'nin çeşitli lehçelerinde, pekçok kitap, kitabe yazılmıştır. Muazzam ve kesintisiz abidevi eserler bu alfabe ile verildi. Türkiye, İslam alemi ve dünyanın her yerindeki kütüphane ve kitapseverlerin kitaplıklarında İslam harfleriyle yazılmış milyonlarca Türkçe eser mevcuttur. Dünyanın en büyük ve muazzam arşivi, Türk - İslam alfabesiyle yazılan Türkçe evraklarla doludur.

Kiril Alfabesi: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hudutları içinde yaşayan Türkler tarafından kullanılmaktadır. Kiril Alfabesi, ihtiyari olmayıp, Rus ve komünist emperyalizmin zoraki tatbikidir. Komünist idare, Türklere tek bir alfabe kullandırmayıp, milli birliği bozmak için on sekiz Türk boyuna değişik işaretli alfabe kullandırmıştır. Sunî bir Slav alfabesidir. Otuz sekiz harftir. On biri sesli, gerisi sessizdir. Soldan sağa doğru yazılır. Kullanma alanı, Rusya’daki Türkler içindir.

Latin Alfabesi: Bu alfabe, 1925 yılında ilk defa Azeri Türklüğü tarafından kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra; 1928’de Türkiye’de kullanılmaya başlandı. Günümüzde, Türkiye ve Avrupa Türkleri kullanır. Latin asıllı yirmi dokuz harften meydana gelir. Sekizi sesli, gerisi sessizdir.


[Kaynak: dallog.com]

23 Şubat 2007 Cuma

Türk Dilinin Kullandığı Alfabeler

Türk Dilinin Kullandığı Alfabeler

· Klasik Edebiyat dilleri olan Osmanlıca, Azerice, Çağatayca, Tatarca ve Kırım-Tatarcası sadece Arap alfabesini kullandılar.
· 1924-30 yılları arasındaki sürede başka Türk dilleri de, önce yalnız Azericede kullanılan latin alfabesi ile yazılmaya başlandı.
· 1936-40 yıllarında Rus bölgelerinde, Türk dillerince değiştirilmiş bir Kiril alfabesi kullanılmaya başlanmıştır. Arapça ve Latin alfabesi kullanan Türk dilleri birbirlerıne daha da yakınlaşırken, Kiril alfabesi kullanan diller farklılaşmışlardır. Dillerin farklılaşarak ayrı diller haline gelmesi desteklenmiştir.
· 1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla yeni Türk Cumhuriyetleri kurulmuştur. Bu ülkeler, yani Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan, 2005 yılına kadar Türk dillerine uygun bir ortak Latin alfabeye geçmek için antlaşma imzalamışlardır. Amaç Türk kültür mirasının korunmasıdır. Ayrıca diğer ülkelerde yaşayan Türk azınlıkların 2010'a kadar bu ortak alfabeye katılmaları gerektiğine karar verilmiştir.
· Türk dilleri konuşan Museviler, İbrani alfabesi'ni kullanırlar.

Türk Dilinin Tarihi Dönemleri

Dil tarihi uzmanları, Türk dilinin tarihî gelişimini dönemlere ayırırken metinlerle takip edilen dönemden öncesi için birbirinden az çok farklı ayrımlar ve adlandırmalar yaparlar. Bu farklılıkları bir kenara bırakarak Türk dilinin tarihî dönemlerini şöyle özetleyebiliriz:
1. Altay Dil Birliği Dönemi: Türkçenin Altay dillerinden (Moğolca, Mançuca, Tunguzca, Korece, Japonca) henüz ayrılmadığı karanlık bir dönem olarak değerlendirilir.
2. En Eski Türkçe Dönemi: Türkçenin bağımsız bir dil olarak ana Altaycadan ayrıldığı dönem olarak kabul edilmektedir.
3. İlk Türkçe Dönemi: Hun, Avar, Hazar, Bulgar dillerinin Türkçeden henüz ayrılmadığı dönem olarak gösterilir.
Türkçenin karanlık çağlarına ait dönemleri ana hatlarıyla bu şekildedir. Bundan sonraki dönemlere ait metinler, yazılı kaynaklar olduğu için dilimizin tarihî gelişimi sağlıklı bir şekilde izlenebilmektedir. Türkçenin metinlerle takip edilebilen bu dönemleri sırasıyla şöyledir:

1. ESKİ TÜRKÇE DÖNEMİ (6.–13. yy)

Türkçenin belgelerle takip edilen ilk dönemi olup 13. yüzyıla kadar olan zamanı içine alır. Türkçenin bütün dönemleri hesaba katıldığında hem ses ve biçim bilgisi hem de söz varlığı bakımından en saf ve duru dönemidir. Dilin gramer özelliklerini, tarihî gelişimini tespit için düzenli ve bol metinlerin olduğu bu dönemde bütün Türkler, Türkçenin bu ilk yazı dilini kullanmışlardır. Eski Türkçe dönemine ait metinler; Köktürk, Uygur ve Karahanlı metinleri olarak üç grupta toplanır:

a) Köktürk Metinleri : Köktürklerin kendi icadı olan Köktürk alfabesiyle taşlar (bengü taşlar) üzerine yazılan metinlerdir. Bir kısmı çeşitli albüm ve dergilerde tanıtılan, bir kısmı ise henüz yayınlanmamış irili ufaklı bu metinlerin sayısı 250’den fazladır. Bengü taşların en meşhurları Kül Tigin, Bilge Kağan, Tonyukuk adına diktirilen ve Köktürk Yazıtları (Orhun Abideleri) adıyla bilinenlerdir. Metin itibariyle daha uzun ve kapsamlı olan bu yazıtlar dışında Köktürk çağına ait diğer bengü taşlar şunlardır: Çoyrın, Hoytu Tamir, Nalayha, Talas, Hangiday, İhe-Nûr, Köl İç Çor (İhe-Huşotu), İşbara Tamgan Tarkan (Ongin), Altun Tamgan Tarkan (İhe-Aşete), Mahan Kağan (Bugut).
Bugün itibariyle bu döneme ait en önemli belgeler hiç şüphesiz Köktürk Yazıtlarıdır. Bu yazıtların bulunması ve yazısının 1893’te Danimarkalı V. Thomsen tarafından çözülerek okunması, Türk dili araştırmaları için dönüm noktasıdır.

b) Uygur metinleri: Köktürk devleti yıkıldıktan sonra tarih sahnesinde Uygurları görürüz. Yeni bir din arayışıyla Budizm’i benimseyen Uygurlar, Uygur yazısı ve Mani, Brahmi yazılarıyla taş ve kâğıt üzerine yazılmış çeşitli metinlerle kütük basması eserler bırakmışlardır. Doğu Türkistan’daki kazılarda ortaya çıkarılan yüzlerce sandık eserin çoğu, dinî nitelikli olmakla beraber aralarında tıp, falcılık, astronomi ve şiirle ilgili olanlar da vardır. En önemlileri şunlardır:

  • Sekiz Yükmek (Sekiz Yığın): Çinceden çevrilen Sekiz Yükmek’te Burkancılığa ait dinî-ahlâkî inanışlar ve bazı pratik bilgiler vardır. Uygurlar arasında çok yayılan bu eser; kısa cümleleriyle, içten anlatımı ve zengin söz varlığıyla dikkati çeker.
  • Altun Yaruk (Altın Işık): Sıngku Seli Tutung tarafından Çinceden Uygurcaya çevrilen en hacimli sudurdur. Burkancılığın temellerini, felsefesini ve Buda’nın menkıbelerini içerir. Bunlardan en meşhurları Şehzade ile Aç Pars Hikâyesi (Açlıktan ölmek üzere olan parsı kurtarmak için kendini feda eden şehzadenin hikâyesi), Dantipali Beğ hikâyesi (Maiyetindeki geyikleri kurtarmak için kendini feda eden geyikler beğini Dantipali Beğ öldürür ve korkunç alevler de Dantipali Beğ’i yutar.) ve Çaştani Beğ hikâyesi (Ülkesindeki insanlara hastalık ve bela getiren şeytanlarla Çaştani Beğ’in mücadelesi)dir.
  • Irk Bitig (Fal Kitabı): Köktürk yazısıyla yazılmış bir fal kitabıdır. Her biri ayrı fal olarak yazılan 65 paragraftan oluşur. Çeşitli inanışlar ve masal unsurlarının bulunduğu kitapta günlük dile ait pek çok kelime de vardır.
  • Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi: Burkancılığa ait bir menkıbenin hikâyesidir: İyi düşünceli şehzadenin bütün canlılara yardım etmek ve canlıların birbirlerini öldürmelerini engellemek için bir mücevheri elde etmek üzere yaptığı maceralı yolculuk anlatılır.

c) Karahanlı Metinleri: Eski Türkçenin Karahanlı dönemine ait başlıca eserleri şunlardır:

  • Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi): Yusuf Has Hâcib, 1069-1070 yılında 6645 beyit olarak yazdığı bu eserinde devlet, adalet, insan ve aklı temsil eden dört sembolik kişiyi birbirleriyle konuşturarak insanlara iki cihanda mesut olmanın yolunu göstermiştir. Siyasetname niteliğindeki eserde, ideal bireylerden oluşan bir toplum ve devlet göz önünde canlandırılmıştır. Millî kültürle İslâm kültürünün ustalıkla birleştirildiği bu eser Tabgaç Buğra Karahan’ın iltifatına mazhar olmuş ve yazarına da Has Hâciplik unvanını kazandırmıştır. Kutadgu Bilig, İslâmlığın etkisindeki Türk edebiyatının ilk ürünüdür. Dil ve edebiyat tarihi yanında kültür tarihi bakımından da en önemli kaynaklardan biridir.
  • Dîvânü Lûgati’t-Türk: Araplara Türkçeyi öğretmek ve Türk dilinin üstünlüğünü göstermek amacıyla Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072’de yazılmaya başlanan ve 1077 yılında halife Ebü’l Kasım Abdullah’a sunulan bu eser, ansiklopedik bir Türk dili sözlüğüdür. Kaşgarlı Mahmud, Türkçeden Arapçaya sözlük tertibinde hazırladığı eserinde madde başı kelimeleri açıklarken kendi derlediği deyimlerden, savlardan (atasözleri), koşuklardan (koşmalar) örnekler de vermiştir. Aynı zamanda, halk edebiyatının ilk ürünleri de ilk defa böyle bir eserde derlenmiştir. Türk toplum hayatından örneklerin de bulunduğu Dîvânü Lûgati’t-Türk, 11. yüzyıl Orta Asya Türk dünyasının en sağlam dil mirası olmasının yanında Türk kültürü ve medeniyetinin eşsiz kaynaklarından biridir.
  • Atabetü’l-Hakayık (Gerçeklerin Eşiği): Dinî ve tasavvufî konuların anlatıldığı bu eserin Edib Ahmet tarafından 12. yüzyılın başlarında yazıldığı tahmin edilmektedir. Kitapta; bilginin yararı, cahilliğin zararı, dili tutmanın önemi, cimriliğin kötülüğü, cömertliğin iyiliği, alçak gönüllüğünün güzelliği, kibrin kötülüğü gibi konular işlenmiştir. Eser bu bakımdan öğretici bir özelliğe sahiptir.
  • Divân-ı Hikmet: Hoca Ahmet Yesevî’nin şiirlerine hikmet, bu şiirlerin toplandığı defterlere Divân-ı Hikmet denmektedir. Bu eserdeki şiirlerin hepsi, Hoca Ahmet Yesevî’ye ait değildir. Kitapta, öğretici yönü ağır basan manzumeler vardır. Hoca Ahmet Yesevî, Türklerin İslâm’ı daha iyi tanımalarına hizmet etmiş, yaşadığı dönemde birleştirici bir rol üstlenmiş, Hacı Bektâşı Velilerin Yunus Emrelerin, Mahdum Kuluların yetişmesine vesile olmuştur.


2. ORTA TÜRKÇE DÖNEMİ (13.–15. yy)


Eski Türkçeyle yeni Türkçeyi birbirine bağlayan geçiş dönemidir. Bu dönemde bütün Orta Asya’da kullanılan Türkçeye, Ortak Türkçe, Müşterek Orta Asya Türkçesi adları da verilmiştir. “Orta-Asya Türk dünyası, XII. yüzyılda başlayan bazı kaynaşma, karışma ve ayrışmaların sonucu olarak, yavaş yavaş Türk dilinin genel yapısında birtakım değişme ve gelişmelere sahne olmuştur. Bu değişme ve gelişmeler yeni yazı dillerinin oluşmasına ortam hazırlamıştır. Böyle bir oluşum ve dallanmaya beşiklik eden asıl bölge Harezm böl­gesidir. Bu bölge, dil tarihimizde, bir yandan Karahanlı Türkçesi ile Harezm Türkçesini birbirine bağlayan bir köprü vazifesi görürken, bir yandan da Eski Türkçenin yeni şartlar altında devamını sağlayan ve Doğu Türkçesini başlatan Çağatayca’nın oluşmasına ortam hazırlamıştır. Edebî gelenek bakımından, Harezm’in kuzeyindeki Altınordu-Kıpçak Türkçesi de Harezm Türkçesine dayandığı için bölgenin Kıpçak Türkçesinin ayrı bir kol hâline gelişinde de büyük katkısı vardır. Horasan ve İran’dan batıya doğru yol alarak XIII. yüzyılda Oğuz Türkçesi temelinde yeni bir kol oluşturan Türk yazı dilinin ilk belirtileri ve filizlenmesi de yine bu bölgede başlamıştır denebilir.
Görülüyor ki, Harezm bölgesinde kurulup gelişmiş olan Harezm Türkçesi, XIII. yüzyıla kadar birbirinin devamı niteliğinde tek kol hâlinde ilerleyen Türk yazı dilinin Çağatay, Oğuz ve Kıpçak temelinde yeni dallanmalarına kaynaklık etmiştir. Bu dallanmanın gerekli kıldığı şartlara elverişli bir ortam hazırlamıştır... Esasen bu devir Türkçesine Orta Türkçe denmesinin sebebi de Eski Türkçe ile Yeni Türk dili kolları arasında bir geçiş devresi niteliği taşımasındandır. Bu bakımdan Türk dili tarihindeki yeri önemlidir.”

Türk dili ve Türk kültüründe önemli değişmelerin olduğu bu dönem, Harezm Türkçesi ile temsil edilir. Harezm Türkçesi, 13. ve 14. yüzyıllarda Batı Türkistan’daki yazı diline verilen isimdir. Edebî gelenekler bakımından Karahanlı Türkçesine dayanan bu yazı dili, Oğuz ve Kıpçak lehçelerinden de etkilenmiştir.
Karahanlı Türkçesinden Çağatay Türkçesine geçiş olarak değerlendirilen bu dönemde, dil tarihi bakımından önemli eserler yazılmıştır. Bu dönemin dil yadigârlarını Harezm Türkçesi ve Kıpçak Türkçesi olmak üzere iki grupta değerlendirmek de mümkündür. Bunlardan başlıcaları aşağıda kısaca anılmıştır:

Harezm Türkçesinin Eserleri:
Mukaddimetü’l - Edeb:
Dîvânü Lûgati’t-Türk’ten sonra Orta Türkçe döneminin en zengin söz varlığına sahip bu eser, Zemahşerî tarafından 1127-1144 yılları arasında pratik bir sözlük tertibinde yazılarak Harizmşah Atsız’a sunulmuştur.
Kısasü’l - Enbiyâ: Rabguzî tarafından bir yılda yazılarak 710 (1310)’da Emir Nasrüddin Tok Buğa’ya sunulan bu eserde; Kur’anıkerim’de adı geçen peygamberlere ait kıssaların yanı sıra Hz. Muhammed, dört halife, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e ait menkıbeler de vardır.
Muînü’l – Mürid: Arapça bilmeyen Türkmenlere İslâm fıkhını ve tasavvufu öğretmek amacıyla İslâm mahlaslı bir şair tarafından 1313 yılında yazılan 900 beyitlik manzum bir eserdir.
Muhabbetnâme: 1353’te Harezmî tarafından yazılan manzum bir eser­dir.
Nehcü’l – Ferâdis: Kerderli Mahmut tarafından 1358’de yazılmış, kırk hadis tercümesi niteliğinde dinî, ahlâkî bir eserdir. Sade bir dille kaleme alınan bu eser, Harezm Türkçesinin nesir alanındaki güzel örneklerinden biridir.

Kıpçak Türkçesinin Eserleri:
Kodeks Kumanikus (Codex Cumanicus): İtalyan tüccarlar ve Alman rahipler tarafından derlendiği tahmin edilen, Hristiyanlığa ait ilâhileri, bilmeceleri Türkçe – Almanca – Lâtince – Farsça sözlük parçalarını içine alan ve anonim bir eser olan Kodeks Kumanikus, Kıpçakça için olduğu kadar Türk dili tarihi için de önemli bir kaynaktır. Eserdeki 1303 tarihi eserin yazılış tarihi mi yoksa istinsah tarihi mi olduğu bilinmemektedir.
Tercümanü Türkî ve Arabî: Konyalı Halil b. Muhammed b. Yusuf tarafından 1245’te Mısır’da yazılmış veya istinsah edilmiş bir lügat – gramerdir. Mısır’da yazılan Kıpçakça eserler içinde –şimdilik- tarihi bilinenlerin en eskisidir.
Kitâbü’l-İdrâk li Lisânü’l-Etrâk: Türkçenin bilinen ilk grameridir. Esirü’d-din Ebû-Hayyan tarafından 1312’de yazılmıştır.
Husrev ü Şirin: Nizamî’nin aynı adlı eserinin Türk edebiyatındaki ilk tercümesidir. 1341’de Kutb tarafından yazılmıştır. Kıpçak Türkçesinin temel kaynaklarından biridir.
Gülistan Tercümesi: Sadî’nin Gülistan adlı Farsça eserinden Saraylı Seyf’in yaptığı tercümedir.
Et-Tuhfetü’z-Zekiyye fi’l-Lûgati’t-Türkiyye: Yazılış tarihi kesin belli olmayan Kıpçak gramerlerinden biridir.
El-Kavaninü’l-Külliye li Zabti’l-Lûgati’t-Türkiyye: Kıpçakçanın önemli gramerlerinden olan bu eserin de yazarı bilinmemektedir.

3. YENİ TÜRKÇE DÖNEMİ (15.–20. yy)

Orta Türkçe dönemindeki Türk lehçelerinin, edebiyatlarının gelişerek devam ettiği dönemdir. Bu dönemi, dil bilgisi yapısı bakımından belli farklılıklar olmakla birlikte Orta Türkçe Dönemi’nden kesin çizgilerle ayırmak pek mümkün değildir. Ancak Türkçenin dış etkiler sebebiyle bazı değişikliklere uğradığı zamanlar bu dönem içinde değerlendirilebilir.

Bu dönemde bir tarafta Orhun, Uygur, Karahanlı Türkçeleri, Harezm Türkçesi ve onun devamı niteliğinde olan ve geçmişteki ses ve yapı bilgisi özelliklerini koruyan Çağatay Türkçesi, gelişmesini sürdürürken diğer tarafta Anadolu Selçuklularıyla birlikte Oğuz ağzı yazı dili olmaya başlamış ve kısa sürede büyük gelişmeler göstererek Türkçenin ikinci büyük, edebî yazı dili olmuştur.

Milâttan önceki yüzyıllarda Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa içlerine kadar uzanan Türk göçleri, milâttan sonraki yüzyıllarda da devam ederek 15. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu göçlerle birlikte birtakım siyasî gelişmeler de yaşanmış, yeni kültür merkezleri kurulmaya başlamış, Türk yazı dilinde dallanmalar ortaya çıkmış, Kuzey-Doğu Türkçesi ve Batı Türkçesi denen lehçeler grubu teşekkül etmiştir.

4. MODERN TÜRKÇE DÖNEMİ (20. -21. yy.)

20. yüzyıldan itibaren bugünü de içine alan bütün Türk bölgelerinde devam eden Türkçedir. Geçmişte olduğu gibi bugün de çok geniş bir alanda oldukça hareketli bir görünüm arz eden Türkçe, günümüzde yirmiye yakın yazı diliyle varlığını devam ettirmektedir.

TÜRK DİLLERİ AİLESİ

Turki dilleri ailesi, Doğu Avrupa'dan Sibirya ve Batı Çin'e kadar uzanan bir alanda anadili olarak 155 milyon kişi tarafından, ikinci dil olarak konuşanlar da sayılırsa 180 milyon kişi tarafından konuşulan, çoğu birbirlerine çok yakın olan 40 dilden oluşan bir dil ailesidir. Türk dilleri Altay dilleri ailesine aittir. En çok konuşulan Türk dili, Türkiye Türkçesi'dir.


Turk dillerinde büyük ve küçük ses uyumu olur, yazımda sözcükler sonekler alarak uzarlar ve cümle yapısı özne-nesne-fiil sırasıyla olur.


Yüzyıllar boyunca Türk dilleri konuşanlar sıkça göç etmiş ve başka toplumlarla karışmış olduklarından bu diller civarlarındaki başka dillerle, özellikle İran, Slav ve Moğol dilleriyle etkileşmişler. Bu etkileşimler her bir dil grubu ve içindeki dillerin tarihi gelişimini kısmen belirsizleştirmiş, bu yüzden Türk dillerinin sınıflandırılmasının birden fazla sistemi oluşmuştur. Günümüzde en genel kabul görmüş sınıflandırma sistemi Samiloviç'in kalıtsal sınıflandırması olmakla beraber ayrıntılarda tartışmalar sürmektedir.

En Önemli Türk Dilleri

Türk dillerini konuşanların dörtte üçü, en büyük üç Türk dilinden birini kullanır:

Türkiye Türkçesi; 60 milyon anadili olarak konuşanı vardır. Türkiye, Balkanlar, Batı ve Orta Avrupa'daki ikinci dil olarak konuşanlar ile 70 milyonu bulur.

Azerice (Azerbaycan Türkçesi); 30 milyon konuşucu: Azerbaycan ve Kuzeybatı İran.

Özbekçe; 24 milyon konuşucu: Özbekistan, Kuzey Afganistan, Tacikistan ve Batı Çin.